Hababam Sınıfı filminin müziği ağır çalındığında hüzünlüdür, hızlı çalındığında kıpır kıpır, haşarı oluverir, malum. Bu film müziği gibi iki ayrı vurguda, yergi ya da övgü tınısında söylenen bir sözümüz var ki neler anlatmaz neler, evveliyata kadar; “nereden nereye!”
Batık halde devraldığı şirketi darboğazdan kurtarıp, kâra geçiren bir şirket sorumlusunun, yaptığı sunumda, elinde ince bir sopa ya da ışıklı kalem ile kendisi işin başına geldiğinde şirket olarak nerede idiler, işin başına geçtikten bir yıl sonra neredeler anlatımında kullandığı grafikte en altlardan başlayan grafik çizgisinin duraksamaksızın yukarılara yükselişi bir bilek, akıl ve emek gücü ile sağlanan nereden nereye geliş tablosudur. Böylesi bir sahnenin fonunda eğer Hababam Sınıfı filmi müziği çalsa idi müzik ağır vurgu ile başlayıp giderek hızlanacaktı.
Her “nereden nereye” yol alış öyküsü elbette böylesi grafikler ile anlatılır değil. Hatta anlaşılabilir bile değil bazen. Ortada ne dağ, ne dağcılık ne de bir tırmanış yokken birdenbire dağın doruğunda olmak! Nereden nereye öykülerinde bu tür yükselişler zirve yapmakta şimdilerde. Üstelik elde Pamuk Prenses’in iyilik perisinden ödünç alınmış sihirli değnek de yokken. Hem sihirli değnekler masallarda olmaz mıydı tek? Artık ne masallar var ki nasıl oluyorsa oluyor, mümkünsüz ne varsa bir bakmışsınız oluvermiş akşamdan sabaha. İnsan aklının yetmediği, çekirgelerin şaşakaldığı böylesi sıçrayışlar, ilk basamakta bile yer almadan birden Ay’dan el sallayanlara özgüdür. Adımı, ilk basamağa dahi yetmeyenlerin Karun’u kıskandıracak adımları öyle bir “nereden nereye” öyküdür ki bu öykü, bu söz kadarcıktır. İki sözcüklük yani.
Şairin “cep delik, cepken delik” betimlemesindeki biri, değil kahvaltıda tek bir yumurta yemek kahvaltısız halde okula, işe gidip gelirken ertesi sabah kahvaltı masasında yumurtanın rafadanından kaysısına, yumurtalı sucuktan sırf sucuklu sahana, omletten menemene kokusu tütüyor, her meyveden reçel masayı kır çiçekleri gibi renklendiriyorsa o masanın gerisindeki öykü merak edilir. Ve böylesi öyküler iki sözcükle özetleniverilmek zorunda çoklukla; “nereden nereye!”
Uzaya fırlatılan roket hızındaki bu sıçrayışın sırrını soranlara ya yanıt verilmez bile ya da yanıt, annelerin çeyiz sandığında bulunmuş keseler, çömlekler olabilir. Işık hızından da hızlı böylesi geçişler, “neereedeennn neereeeeyeeee” denilerek öyle bir vurgulanır ki daha nerelere, nerelere gidilebileceği de gizli saklı anlatılır. Oysa maddenin sakınımı kanunu “madde, yoktan var olmaz” demiyor muydu? Fiziğin, kimyanın da bilmediği şeyler var demek ki! Epeydir sıradanlaştığından kanıksanmış da olan böylesi türedi hallere Hababam Sınıfı filminin müziği eşlik etse idi müzik hangi tınıdan çalsın bir şaşardı, bir şaşardı. Zira nasıl olduysa olmuş izbelikten kendi oldubittiye gelmiş cennetlerine roket gibi alıp başını gitmişlere beste dahi şaşmasın da ne yapsın?
Kahvesiz de olsa sohbetlerde nereden nereye gelmeler vardır bir de. Zor rastlanabileceklerden birisine Çeşme’de denk gelmiştik. On beş yıl öncesine kadar doğal SİT alanı kapsamında olan bir makilikte.
Hayli önceleri, Çeşme’nin çok yeri hala birinci derece doğal SİT alanı iken eşim ile akşamüstü gezintisinde fotoğraflar çekmekte idik. Her yan sakız çalısı, ardıç çamı, şifalı otlar, ağaççileği, çobanpüskülü, bodur meşe, kekik, dikenler ile dolu olur makiliklerde. Ara ara rastladığımız zeytin, incir ağaçlarının dalları ile çalı tepelerindeki ardıç kuşları bizi gözlüyor, karatavuklar yuvalarından tedirgince havalanıyor, kızılgerdanlar merakla bizi izlemekte, sakalar bedava konser sunarken ispinozlar onlarla yarışıyor, floryalar ne kadar saklansalar da sapsarı tüyleri ile gözden kaçamazken ak kuyruksallayanlar oyuncu tabiatları ile bir yanı başımıza konup, bir uçarken rüzgârın serinleticiliğinde tam bir görsel şölen içindeydik.
O sıralar yakınlardaki Avrupalı yabancılara ait tatil köyü, artık yabancıların gelmediği başka bir tatil köyü zincirine devredilmişti. Değişim yaşayan tatil köyü nedense öyle bir korunmakta imiş ki yanına kimselerin yaklaşamadığını anlatıyordu herkes. Bu durum çok yadırganacak, hem de aykırı bir şeydi. Tatil köyü, kendi sınırı dışına da karışır olmuş zira. Tüm yakın siteler, biraz da alaya alarak sanki ben yaptım olduculuğa getirilmek istenen bu keyfi durumu yadsıyor ve böyle bir şeye nasıl cüret edilebildiğini anlayamıyordu. Etraftaki makiliklerde neredeyse gezinemez olmuş komşular, bu tutarsız tutum nedeni ile.
Akşamüzeri, eşim ile makilikte, fotoğraf çeke çeke dolanırken komşuların uyarılarını unutmuş olmalıyız ki farklı bir ötüş duyduğumda, altın, mavi, kırmızı, yeşil renkte yusufçuklar gördüğümde hemen o çalının, o dalın yamacına yetişme çabasındaydım ki kuş sesinden çok güçlü bir ses duyunca yangın çıktı zannettim. Siren çalıyordu zira. Hem de acı acı! Durup etrafa bakındık, yangın ya da olağanüstü başka bir durum mu var diye. Her şey normal gözüküyordu. Anladık ki tatil köyünün yakınına gelmişiz meğer. Yine de sirenin sonuçta turistik bir tesis olan bir tatil köyünden çalınacağına ihtimal veremedik. Tatil köyünü çevreleyen çit ile aramızda en az iki yüz metre vardı. Üstelik doğal SİT alanı içindeydik, tatil köyünün kıyısında, kapısında değildik. Durup bakınmaya başladık ne olduğunu anlamak için. Bu arada tatil sitesi konutlarından ha bire birileri çıkıp etrafa bakınıyor, bizi görenler de hemen telefonlarına sarılıyorlardı.
Acı acı siren çalınmış olsa da ortalıkta siren çalınacak acil bir durum görünmediğinden artık dönelim demiştik ki çelimsiz, kavruk birinin bize doğru geldiğini gördük. Üst başına bakılırsa tatil köyü çalışanlarından biri idi. Durduk yerde siren çalarak korkuttukları için bizden özür dilemek üzere çalışanlarından birini gönderdikleri geldi aklıma. Bir aksilik olduğunu haber verip, yanlış anlamaya yol açıp, panik doğurmamak istediklerinden özürlerini ileteceklerdi besbelli.
Güvenlik görevlilerine, bekçilere özgü gömleğinin göğsü üzerinde yazana bakılınca adı Yusuf idi. Yusuf, tatil köyünün yanına yaklaşılamayacağını pek emin bir şekilde söyledi selam bile vermeden. Biz, tatil köyüne yaklaşmışız ve hemen uzaklaşmalıymışız. Bunu duyunca bir terslenesim geldi... Kimi, hangi yetki ve hakla, nereden uzaklaştırmaya kalkışabiliyordu birileri? Etrafı boydan boya çitle çevrilmiş tatil köyünden en az iki yüz ya da iki yüz elli metre uzakta iken hem de? Üstelik bulunduğumuz alan herkesin iken, o zamanlar hala doğal SİT alanı iken? Yaptıkları siren çalma densizliği için özür dilemek yerine böylesi bir işgüzarlık pek can sıkıcıydı. Sanki karşıdaki Sakız Adası karasularına izinsiz girmişiz de teknemizi hemen kendi karasularımıza çekmemiz istenir gibi hissetmek çok acı, tuhaf idi.
O an anladık ki sirenler bizim için çalmış. Hale bakın, kendi ülkemizde, kendi makiliğimizde gezinmek bir tatil köyünde siren çalınmasına sebep görülebiliyormuş, nasıl oluyorsa! Tatil köyündeki tek bir tatilcinin bile Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanını okuduğunu, böyle bir kitap olduğunu dahi bilmediklerine hem de nasıl emindim ama keyifleri öyle istediğinden uzaktaki birileri için siren çaldırıp, sanki savaş zamanında tehlike haberi verir gibi hadsizlikte bulunup, kaç yıldır orada yerleşik kişileri gezintileri sırasında akılları sıra güvenlikçilerine haber verişlerini yenilir yutulur bulmamıştım doğrusu.
Tarifi olmayan akıl dışı bir durumla karşı karşıya olsak da yine de böylesi bir saçmalıkta kendinizi tutamıyor, elde olmadan gülüyorsunuz. Bir gülesimiz geldi ki… En son Ankara’da, Beşevler Şura Salonu’ndaki Cem Yılmaz gösterisinde gülmüştük böyle. Kendi ülkemizde, kimsenin özel mülkü olmayan ama herkesin olan bir alanda ve kendi evimize birkaç dakikalık mesafede, sırf biz yakınlardayız diye siren çalmıştı kimi aklı evveller.
Kıyı kanunundan, kamu malından özel mülkiyete Yusuf’a kısa bir özet geçip, bunu da gidince kendisini gönderenlere iletmesini istedikten sonra yarın yine aynı saatte burada gezineceğimizi söylediğimizde kavruk çocuk diyecek bir şey bulamadı. Ama gözü bir farklı parladı. Söze, bir çalışan olarak kendisine ne denilirse onu yapmak zorunda olduğu ile başlayıp, baklayı dilinin altından çıkardı, “abla, abi siz bilirsiniz gibi geldi bana, buralarda bir define gömülü imiş. Yeri nerede, biliyor musunuz? Hazinenin yerini öğrenmeye çalışıyorum da ben.”
Bunca yıldır yazları Çeşme’de idik yine de ne buralarda bir define olduğunu duymuştuk ne de bahsedene rastlamıştık. Oysa hepi topu bir yaz sezonu boyunca tatil köyüne bekçilik edecek Yusuf, nereden duydu ise duymuş üstelik peşine de düşmüştü bu söylencenin. Yusuf’un hazine sevdası ile başlayan sohbet nereden nereye uzanmıştı. Sonunda Yusuf’un Yozgatlı olduğuna kadar öğrenmiştik. Ve tatil köyünün sınır tanımaz yaklaşımının belirleyicileri değil de Yusuf bizden özür dilemişti; kendi adına ama. Yusuf’un hayatındaki nereden nereye yolculuğu belli ki şimdi bekçiliğini yaptığı bu tatil köyüne yarın bir gün pek hatırlı bir tatilci olarak gelmekti. Eğer defineyi bulabilirse. Eğer Hababam Sınıfı film müziği Yusuf için çalacak olsa ağırdan hızlıya mı, hızlıdan ağıra mı yoksa karmakarışık mı çalacağı konusunda karar vermekte epeyce zorlanırdı. Dahası müzik susardı.
Şimdilerde yaptırdığı “hiç” yazan dövmelerinin anlamındaki kasıt gerçekte bambaşka olsa da anlamını bilmeden yaptırttığı o dövme ile aslında nitelikte, yeterlilikte, donanımda ne kadar olduğunu yani kendini beyan edenler, bileğinin gücü sayesinde adım adım değil de yelkenlilerin arkadan aldıkları rüzgâr gibi arkalarından itip, kakışlayan güçlü bir rüzgârın sayesinde bir yerlere gelip biri, bir şey olabilirken anca, sergiledikleri öykü, yakışıksız, hak edilmemiş bir nereden nereye kıssası ise ya? Ki aslında hiç olmayıp da arkaları olmayanlar, sert esen rüzgârın önünde sağa sola savruluyorsa eğer, bu tablodaki nereden nereye seyri geleceğe değil, geriye, daha geriye bir yol alış olmaz mı?
Doktorlarımız, yetişmiş iş gücümüz, beyinlerimiz nereden nereye göçer, gider oldu; gençlerimizin belirsizlik içindeki geleceği nereye varacak bu işsizlikte, bu yoklukta? Bunca fabrika, iş yeri, tarla, ekin, limon ağacı, zeytin ağacı bir yangında, bir iş makinasının homurtusunda yok olur, yalnızca bir gecede yirminin üstündeki yaştaki yüz binlerce vasıfsız ve bilinmediklerle nüfus çoğaldıkça çoğalırken doğulan yerler, doyulamaz olmuş yerlere dönüşüyor. Nerede doğuluyor; ama doyamayınca nerelere gitmek zorunda kalınıyor?
Diyeceğim, “nereden nereye”nin açılımı, atmosferin tabakaları gibi katman katman öyküler silsilesi. Kuşatıldığımız atmosferde oksijen azalıp, zehirli gazlar çoğaldıkça “nereden nereye” terimi az da olsa kimileri için içinde debelendikleri tepeden inme görkem karşısında kendilerinin bile şaşakaldığı “neredeydik, nerelere geldik”e evrilmiş halde. Oysa çok geniş bir kitle olan işsizlerinin, çiftçiden esnafa borçluların, dar gelirlilerin, emeklilerin bunca çalkantılı denizde nereden nereye algısı, suyun üzerinde kalabilmek mücadelesi olmuş çıkmış çoktan. Geçtim “nereden nereye” dedirtecek sıçrayışı, onlar için yerinde saymak bile ayakta kalabilmek başarısı olmuş.