Tek hücrelilerden insana kadar tüm canlıların yuvası sayılan Dünya eski bir masal ev gibi sanki. Masalda, üvey annelerinin zoru ile ormana terk edilen iki kardeş, Hansel ve Gratel, dönüş yolunu ararken pasta, ekmek, şekerden yapılma bir ev çıkar karşılarına. O ev, çocuk avcısı bir cadının kurduğu tuzaktır aslında. Masaldaki kardeşler, yakalandıkları kapandan akılları sayesinde kurtulmuştu.
Dünya zaten üzerine krema sürülmüş gibi duran karlı dağları, çikolata gibi toprakları ile bir anlamda kanılacak çok şeyi olan bir pasta ev. Ki bu pastadan en büyük payı almak peşinde olanlardan, herkes ile üleşmek niyetinde olanlara pay kalmamakta çoğu kez. Paylarına hiçbir şey düşmemiş çocukların halini en iyi başında akbaba bekleyen aç çocuk karesi anlatmakta hala. Aslında çocukların başında bekleşen akbabalar tek Afrika’da değil elbette ki! Bizde ne çocuklar var aç yatağa giren, okula aç giden, açlıktan derste uyuyan, bayılan hatta beslenemediğinden zekâsından bedenine gelişim geriliği gösteren. Çoğu meyvenin, etinin tadını hiç bilmeyen. Hiç tost, köfte yememiş nice çocuk var bizde artık. Peynirli, zeytinli, tereyağlı, ballı kaymaklı kahvaltıya oturamamış. Dolapları bomboş. Kışın, Konya’daki pencere camı kırık, yıkık dökük evlerinde yakacakları olmadığı için daha kırk günlükken donarak ölen çocuklarımız var. Belki abileri şehit, babası da gazi hem!
Her şeyin zıddı ile var olabildiği Dünya’da iyilikten başka kötülük de hep vardı elbette. Ama şimdilerde sergilenenler belki de Dünya tarihindeki toplam kötülüğe eşdeğer boyutta. “Cinnet” sözcüğünün bile anlatamayacağı aşırılıkta. Bebeklere kadar uzanmış kapkara kötülük nedense kravatlarda, gömleklerde beyaza bürününce birden iyi hale evriliveriyor. Malum, beyaz masumiyetin rengidir.
Çocukları ökseye yakalanmış kuşa döndüren cadılar artık yok sansak da en yakınlara hatta ana babalara, abilere, akrabalara, komşulara kadar cadı kesilmiş olurlarsa ya? Tuzak da doğulan evin kendisi ise hadi? Kimi bebek, çocuk için cehennemleri, öz aileleri ise üstelik? Dillenmeye başladıklarında ağızlarından çıkacak ilk söz “anne”, “baba” olacak iken anne babalar çocuklarına karşı canavarlaşabiliyorsa? O zaman bir bebeğin en güvende olacağı yer ona kapan oluyor haliyle.
Belgesellerden biliriz, yaban hayatın yırtıcı avcıları en zayıfları avlar hep. Daha çok yavru geyikleri, zebraları, yeni doğmuşları gözlerine kestirirler. Uygar etiketli kent vahşiliğinde de bu böyle. Çocuklar, gençler hep kolay av, kapan kuranlara. Tuzaklar tabela taşımaz dahası sıcak bir yuva görünümünde dahi olabilir. Onlara giden yol üzerinde “Dikkat karşınıza her an tuzak çıkabilir” uyarı levhaları yoktur. Tam tersine pek de akıl çelici şeyler dökülüp saçılmıştır yola. Tıpkı masalda, ormandaki eve çekilmek istenen çocukların aklının pasta ile çelinmesince. Ki çocuklar ola ola bir şekere, bir çikolataya, oyuncağa kanabilmekte kimileyin.
Bir oyuncak ile çocukları hatta gençleri dahası yetişkinleri kandırabilenler bunu neden yapar? Ya kendilerinin yakalanıp, oyuncağı olduğu ağlar gereği ya da altlarına en pahalısından arabalar, ellerine en son model telefon gibi oyuncaklar almak için. Yani hiç yorulmadan, kredi ödemek külfetine girmeden. Çocuklar gibi masumiyet renginde, süt beyaz olmak yetişkinlikte pek mümkün olmadığından hiç değilse kirli beyazda olsun kalmak yerine gri bile değil, katran karasına boyanır böylesi kandırmacılık içindekiler. “Kirli beyaz” betimlemesinin beyazı, çocuklar ile birlikte işkence görürken “kirli” yanı ruhlara işledi, Faust romanına öykünerek. Tuzaklara kapıldıktan sonrası yoktur. Av olundu demektir. Değil beyaz, kirli beyaz, gri bile kalamamanın bir bedeli olacak elbet. Şairin dediğince;
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
Birinciliği beyaza verdiler.”
Beyaz… Kar tanesinde, incecikten düşen huzur. Gökte, bulut bulut pamuk. Deniz dalgasında, köpük. Saflığın imzası. Arılığın duruluğun, ruh temizliğinin rengi. Çocuk masumiyetinin tek rengi. Ana sütünce ak olmaya Kleopatra gibi süt banyosu yapmak yetmez, malum. Zira ruhun arılığı süt havuzuna girerek değil, eli, dili, yüreği, niyeti, her şeyi kirletmemek ile olur tek. Ruhu, arılığın rengine boyayacak kök boya yalnızca etiktir. Doğru yoldur.
Ya sütün zıddı katranın rengi olan siyaha bulananlara ne demeli? “Statü” denilince yeniyetmelere kadar toplumda akla ilk siyah giysiler geldiğinden mi dışlarını siyaha bürüdükleri yetmedi de ruhlarına kadar kapkaraya kesilmekte kimileri? “İçi de dışı gibi” lafını haklı çıkarırcasına? Çoklukla dendiği gibi “ağır abilik” ille siyahlar giyinmekle başlıyor olmalı. Oysa masumiyetin rengi beyaz demek, geceyi örten kapkara göğün benek benek aydınlatıcıları yıldızlar gibi aydınlık olmak demektir.
Ancak unuttuğumuz şey, asıl statünün içteki çocuktan etraftaki her çocuğa yaşatabilmek olduğu. Siyahlar filan da giymeden üstelik. “Sapılmaz” işaretli yollara sapmamak ile. Rotalarımızın kaptanı olarak hep kendimizi bilmiştik bu vakte kadar. Oysa bir bilgisayar ekranı gerisinden ne korsan kaptanlar pat küt beliriveriyor şimdilerde on yaşını bile geçmemişlerin karşısına. Malum, ekranlar beyaz değildir, böyle olunca içine işledikleri çocuklar da masum kalamıyor.
Ruhlar öyle bir sınavdan geçmekteki şu sıralar, cilaların altından herkesin gerçek renginin belirivereceği bir sınav bu. Kirlisinden de olsa beyazın anası süt renginde miyiz yoksa çiğ süt emmişlerden mi belli oldu olacak. Ve bu kez –mış gibi görünmek de yok sanki. Geçersiz cevap –mış gibiler! Ya duru deniz olacak ayağımızı soktuğumuz su ya da yutucu balçık.