Davranış, sözün onayıdır. Söylenen başka, yapılan başka olduğunda sözler sözde kalır; yapılanlar, ağızdan çıkanlar ile örtüşmez. O yüzden bilgece laflar değil duymak istenen, bilgece davranışlar görmek. Ki bilgelik kolayca erişilen bir kıvam olmadı hiç. Oradan buradan devşirme deyişleri yazmak kadar kolay, lafta kalacak, gösterişten öte gidememiş bilgelik oynamalara bakmayın; lafla gemi yürümezmiş, öyle derler.
Öyle olmasa idi sözün yerindesine, dinlenenine, dinlenebilir söz edene hasret kalınır mıydı hiç? Açlık çeker olduk kulak verilecek değerde konuşmalara. Söz ham ise eğer… Varın bir de söyleyeni düşünün! Ham meyve yenmiyor. Olgunlaşmışı da pek az. Her düşünülen ağızdan dökülmediğinden ne düşünüldüğü hakkındaki kanıya yöneltmez. Ya tavırlar ama? İlkokul karnelerimizde nasıl olduğumuzun ölçüsü “hal ve gidiş” notunun belirleyicisi olmuş halimiz, tavrımız? İşte onlar, tencerenin dibinin temiz mi, kara mı olduğunun belirleyicisidirler. Yani kendi elimizden çıkanlar, kendi dilimizden çıkanların doğrulayıcısı ya da yalanlayıcısı olur çoğumuzda. Nasıl bir yüksek, en yüksek, en, en yüksek profil çizilirken aslında nasıl da bir düşük, daha daha düşük profil olunduğunun turnusol kâğıdı halimiz, tavrımız olmuş hep.
Hamlık, ham olan için belki de mutluluktur, cesarettir. Olgunlaşmak ise yorgunluktur. Sonrası zorlu yollar, sarp geçitler ardından çıkılan yeleken düzlüklerde, tatlı esen rüzgârda yelin şarkısını dinlemek gibidir ama. Ham olan yorar, olgun olan dinginlik getirir. Meyvelerin boğazda kalanı daima ham olanlarıdır.
Pişe pişe çıkılabildiğinden kolay bir basamak değil olgunluk denilen tav. Öyle olsa idi “olgun başak eğik durur, eğer dikse içi koftur” denir miydi hiç? Tav demek, dövüle dövüle gelinen kıvam demek. Demir gibi. Herkes, demirin bile dövüle dövüle tava geldiğini atasözü olarak bilir. Bilmek yetmez, dövülmeden tavı yakalamış gibi gözükmek istendiğinde. O zaman gözümüzü domatese mi çevirsek bir de? Malum, yemyeşil yani gök domatesi toplayıp, bir an önce satıp, paraya çevirmek için iğneler ile zehirlere bulanabiliyormuş domates, muz, akla gelecek çoğu sebze. Domates artık görüntüde “gök” dedirtmese, kırmızıya dönmüş olsa da ne tadı yerinde oluyor –mış gibi olgunlukta ne de kokusu. Çünkü olgunlaşmadı. İşte böylesi göz boyayıcı, alelacele, sürecini tamamlamadan gelen sözde olgunluk aslında tarımdaki etiğe kadar, sağlığa kadar yorgunluktur. Başka bir şey değil.
Ham mı ham yeşil muzun iğnelendikten sonra sabaha ulaştığı kentlerde sarıya dönmesince bir olgunluk nasıl kandırmacadan öte gidemeyecekse insanın olgunluğu da ne öyle sözle olacak bir yetkinlik ne de lafta kalacak, geçiştirilecek kadar basit bir olgu değil. İnsanın dilinden olur olmaz her şey dökülebilir de asıl olgunluğu anlatan laf tavırlar ile sergilenenlerdir. Yani ölçüt laf değildir, haldir!
Peynirin aylarca bekleyip, olgunlaşmışını yemek kadar kolay olsa idi keşke olgunluk. Ya da “kerli ferli” denilerek bir şey, biri olmuşluğu anlatan “kerde ferde”. Bilmem kaç Avro’ya Eeevropaa’dan, bilmem kaç dolara Eeemerika’dan alınmış giysiler, çantalar, saatler, gözlükler ile olabilseydi keşke! Para neleri alıyor da işte bir olgunluk gibi kişinin kendinde başlayıp, kendinde biten, bedeli evveliyata dayalı niteliği alamıyor.
Olgunluk, eğer bünyede varsa niteliğin doğru kullanılmasında, eğer yoksa da kendinde olmayanı gönül rahatlığı ile kabullenişte tek. Kendinde olmayanlar sanki varmış gibi davranmalar sonucunda doğan zararların suçunu, “ama”, “fakat” ile başlayan cümleler ile ona buna yüklemek değil tabii ki olgunluk.
Olgunluğun, cüzdan dolgunluğuna indirgenip, değirmenin suyunun nerden geldiği umursanmaz ise o zaman akla Fikret Kızılok’tan bir şarkı gelmesin de ne gelsin? Ne demişti Fikret Kızılok, besbelli onu onca şaşkınlığa düşüren, ağzının açık kalmasına sebep olan gördükleri karşısında; “Why high one why!” Sanırım, Fikret Kızılok, bu şarkı başlığını bir yandan herkesin tanıdığı birkaç olgun ruhtan biri olmuş Neşet Ertaş’ın “kadınlar insandır, erkekler insanoğlu” dizeli türküsünü dinlerken bir yandan da annesine, kızına, nişanlısına, hamile karısına, kız arkadaşına şiddet uygulayan hamlığın doruklarındakiler için yazdı. Ya da tümü peşin paraya alınmış, görgüsüzce gösterişteki villasının çöp kutusundan bir parça yiyecek arayan anne ve eteğine yapışmış bebelerinin yanından yine en lüksünden, hiç kredi çekilmeden alınmış arabasından bangır bangır “Yalan Dünya” türküsünü dinleyerek geçip gidenlere rastladığında. Belli ki “yalan Dünya” türküsünü dinlerken öte yandan da dört elle Dünya’ya sarılanlara söyleyecek sözü varmış Fikret Kızılok’un. Şimdilerde kendi deyişleri ile caddeleri yine bu türkü ile inletenlerin boyunlarında “Hiç” kollarında da “ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün” dövmeleri var çoğu kez. Olgunluktan güya. Olgunluk dövmelerde aranırsa olacağı buydu elbet!
Kökboyasından eşsiz el dokuması ipek, yün halıların çamura, balçığa serilmesindeki değerbilmezlik tavırlarında olduğu gibi olgunluk, çiğliğin ayakları altında bugün. Tavında olmayanlar, tavındakilere diş biler ise “tav” yani yetkin kıvam olgusu kalmaz. Ki demir de tavında dövülür, diyelim ki toprak tava gelince tohum ile buluşur.
Şu da var ki Fikret Kızılok pek kibar birisi imiş. Öyle gözüküyor. Zira şarkının başlığı İngilizce olsa da okunuşu Türkçe bir ünlemeye denk geliyor. Fikret Kızılok şaşkınlığı, “vay anasını kardeş!” gibi bir ünleyiş ile değil de “why high one why –vay hayvan vay-” diye kibarcasından oluyormuş anlaşılan. Öyle ya, bazı insanlara “hayvan” demek, hayvanlara hakaret gibi görülebilir oldu artık. Diyeceğim sırf İngilizce bilir gözükmek için İngilizce yazmamış şarkısının adını. Fonetiğe bakmış; yani sese, okunuşa. Gerçi hamlığın çukurunda debelenenler bunu anlamayacak, bilemeyecek elbette. Çünkü neydi? Hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu”ydu, değil mi? Olgunluk işte. Neylersin!
Oysa olgunluk, denizin de göğün de su olduğunu bilmek gibi bir şey. Denizi tek kıyılarda, denize bakarak görmemek yani. En iyisi mi bunu da “biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varsıllığı görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim” diyecek kadar ruhu zengin Neşet Ertaş sözü ile anlatmak; “denizi seyretmek gibidir bozkırda gökyüzünü seyretmek”. Olgunluğa bakar mısınız? Gökte, denizi göremeyenler hiç olgunluk gösterisine girmesinler!