Ankara, Van, Siyam kedisine kadar su seveninden sevmeyenine kediler, bir bakmışsınız mırmırları tedavi edici frekans bir de bakmışsınız nankör bellenirken havuz problemlerinden sonra en sık sorulan soruların da öznesi olmuşlar; “kediler mi birilerince sahiplenilir yoksa aslında kediler sahiplerinin sahibi midir?”
Daha ilk bakışta tüylü oyuncakları andıran birkaç canlı var. Panda gibi, ayı yavrusu gibi, koala gibi. Kediler de onlardan. Tek köpekler ile kıyaslanırlar, o da sahiplerine bağlılıkta. Malum, köpekler sahiplerine, kediler evlerine sadıktır diye bilinir. Köpekler kendilerini koşulsuz adayacakları bir insan peşinde iken kedilerin ilk koşulu sahiplerinin kendini onlara adamasıdır.
Kedilerdeki aidiyet duygusu insana değil, ortama yöneliktir. Kendini birine değil, yaşadığı eve ait görmek kedilere özgü iken köpeklerin tek evi, neresi olursa olsun sahibinin yanıdır. Köpeklerde aidiyet hissi sahibine duyulur. Böyle olunca da köpekler insanlara hizmet eden, kediler de insanları kendine hizmet ettirenler olup çıkmışlar. Kendinden başkasını umursamamakta kedilerin üstüne kimse olamaz. İnsanların kimileri dışında tabii.
Hem kedisi hem köpeği olan evlerde çoklukla köpekler her mevsim kapı dışında evin, ev halkının bekçisi iken kediler evin içinde, en sıcak köşede büzülüp, mırmır uyuklayan, keyfi istemezse sahiplerine bile yüz vermeyen, kokusu fare kaçırttığından, fare varsa da avladığından pek nazlı, artık evin gerçek prensi ya da prenseslerinden biridir. Kedilerin doğası sahiplenilmeye değil, sahiplenmeye yatkın belli ki. Hangi evin bir kedisi olmuşsa oradaki kaçınılmaz süreç, evin kedisinin giderek o evin sahibine dönüşmesidir.
Sahipler, yuvanın öteberisini sağlayan, kumundan mamasına, döşeğinden oyuncağına düşünen bir gönüllü olmalı kedilerin gözünde. Köpeklerin gözünde de insanlar sahiptir. Kendileri de insanlara can yoldaşı. Öyle ki insanlardan başka onların koyunlarına kadar korumaktan başka kendi canından önce sahiplerinin canları gelir köpeklerde. Kimi kavgalar için kedi köpek gibi dalaşmak benzetmesi yapılsa da köpekler depremlerde kedileri kurtarmaktan anneleri ölmüş kedi yavrularını emzirmeye, kediler ile sıkı dost olmaya kadar becerirken insanlar için böylesi insani tavırlar giderek yitiyor. Sanki kedi köpekler insanlaşır gibiyken insanlar ya?
İnsan, köpekten kediye kendine yardım, iyilik sağlamayı hem de nasıl bilir, kotarırken, insanın alamayacağı nice kokuyu alan köpeklerin burnu depremlere kadar hayatidir. Kedileri ücretsiz fare avcısı olarak beslerken bal arılarının kendilerine kışlık olarak hazırladığı petekleri kovanlardan kendi mutfaklarına taşır. Bal yapan arıların, bal yapmazlardan çektiği!
Arılar, askerdir, işçidir, bekçidir, biri de kraliçedir, kendi düzenleri içinde, malum. Arılarda tek bir özne anlayışı vardır; “biz”. Onlar “ben” demeyi bilmez. O yüzden insana hiç benzemezler. Bal arıları kendi üretir, kendi yer. Ne başka kovanlara dadanırlar ne de asalaklaşırlar. Ürettikleri bal, insandan ayıya göz koyulan tek gıdadır. Ne avlanan ne de leş ile beslenmeyen arılar, ekmeklerini çiçeklerden çıkarır.
Bal arıları, peteklerin gözlerini binlerce yıl bozulmadan kalabilecek tek gıda olan bal ile doldurmak için vızır vızır uçup, çiçekten çiçeğe konar; yağmacı eşek arıları da bal arılarının emeklerine göz dikip hazıra konar. Ben değil, biz anlayışlı bal arıları kolonilerine saldıran eşek arılarına karşı son arıya kadar kovanlarını savunup korumaları ardından gelen sahne olan kovan dolusu bal arısı ölüsü, biz olmanın nasıl bir şey olduğunun canı pahasına anlatımıdır. İnsanların ille ben olmaktan biz olmayı başaramadığı şey, arılar için işten bile değil.
Doğadaki canlıların kendine özgü davranışları olsa da her insanın tümden kendine has tutumları var. Doğada avlanmak bile hayatta kalmak içinken insan zevk için avlanabiliyor. Doğada her canlının değişmez karakteristiği varken insanlar birbirini “karaktersizlik” ile suçlayabiliyor. İnsan çok konuda zayıf mı zayıfken, hayvan denilen canlılar yavrularını korumada bile insana insanlık dersi verebilecek insan yürekliliğinde. Diyeceğim insan bir bakmışsınız akrep, yılan kesilirken bir bakmışsınız koyun gibi munis oluvermiş.
İnsan var, en ufak başarıdan kazanca kimselere bırakmadan sahiplenip “bu, benimdir” diyen, insan var; yokluktan tokluğa “biz, bizim” diyen… Kimi insan için en zor olan alçak gönüllülük vadisinde dolanmak iken yükseliş demek olduğundan sarp zorluklara kendini uçuracak akbabadan süpürge cadısına “dayı” dediği de atasözü olup, insanın başına kakılmış bile çoktan. Artık pek çok insanın derdi kovana balözü taşıyan arı olmak değil, ana kraliçe olmak oldu. Kraliçe arı olamazsa da eşek arısı olmak var, bal arısı kovanlarını talan edecek! “Ben” girdabına düşmüş insan “biz” demeyi unuttu. Tek, bir tek olmak ben ile anlatılır çünkü. Biz demek, çokluk demektir. Arılar da ayrışabilir cinsine göre, bal arıları ve onların emeklerini ellerinden alanlar diye!
Gerçek başarılardan çok göz boyayan şişirmeceleri yeğleyip, başaramadıklarını başkalarının başarılarını sahiplenerek kendisininmiş gibi ortaya sürmek, bal arının mı becerisidir, eşek arısının mı? Bir de böylesi kendinde olmayan, kendi elinden, akıl gücünden çıkmayan ile böbürlenedururken vakit, işlediği kabahatlerin sıralanmasına gelirse, an olur da… Kabahat samur kürk olsa bile üste geçirilmezmiş, malum.
Üstüne üstlük sırta kondurulmayan kusurlar, hatalar, yanlışlar bir de orta yere fırlatılır ki nereye düşerse kabahatli ora bilinsin. Böylece elden çıkanların suçlusu nedense hep başka eller oluverir. En ufak bir başarı daima “benim çabam” diye anlatılır; ama sonucu daha baştan besbelli başarısızlık, sakarlık, ulgunluklar yani iş bilmezlikler birdenbire “tüm çabalara karşın olumlu sonuç vermeyen iyiniyetli gayretlerimiz” oluverir. Hayatın anlamını böbürlenmek sanan bir çocuğun “baba, aslında takım hiç hak etmediğimi düşünse de oyunda kaptan ben oldum” derken duyumsadığı haz ileride neye evrilecektir kim bilir?
Biz insanlar, ben tabiatlı kedilere mi yoksa biz doğalı bal arılarına mı benziyoruz diye şöyle bir bakınca… Bal arılarına benzeyenlerimiz yok değil; ama şimdilerde yükselen değer, aile yadigârı porselenlere kadar kırıp döken kedi tavrı. Samur da olsa kimsenin giymek istemediği kürk bellenmiş kusurlarımızı, kabahatlerimizi kapatmak konusunda öyle bir kedi kesiliyoruz ki!
“Biz”, zincirdir; “ben”, zincirin halkalarından yalnızca biri. Diyelim ki zincirin halkaları teker teker çürümekte, paslanmakta, incelmekte… Bu koşullarda bir halka çıkıp da altınlarda, gümüşlerde olduğunca zincire basılı biz ayarını ben’e çevirmeye kalkarsa o zaman kendisi sağlam halka kalırken diğerleri zayıfladıkça zayıfladığından zincirin zayıf halkaları olup çıkacaklardır. Zinciri oluşturan halkalar içinde çiğ süt içmiş insanların da olabileceğini hesaba katmamak, hesap kitap ile uğraşmayanların kırılgan yanı demek ki!
Zincir halkalarının birbirine ilkten verdikleri söz “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” söylemidir. Bu söylem, sonradan halkalardan biri tarafından ortadan ikiye bölünüp, “birimiz, hepimiz için” kısmı görmezden gelindiğinde geri kalan tüm halkalar, tek bir halka için çabalar olacaktır. Mademki “zincirin gücü, en güçsüz halkası kadardır” diye bellene gelmiştir o halde en başta, ilk, en güçsüz halka ayakta kalmalıdır ki zincir kopmasın, değil mi? Tek ben ayakta kalayım da diğerlerine ne olursa olsun pişkinliğinde olanlar yerine. Komşuluktan arkadaşlığa, yakınlara, daha dahalarına her yerde artık zeytinyağı gibi üste çıkma anlayışına rastlanıyorsa eğer, toplumun bütünü ne olmuştur o vakit? İşe gelince biz; “biz”in kapsamı işe gelmeyince de “ben” eğilimine yatkınlık mı? Erdem, erdemlilik, işe gelmek anlayışında tutunabilir mi? Dahası yaşayabilir mi?
Hani kara kışta araçların buzda kazasız belasız ilerlemelerini, sert bir rüzgârda gemilerin çapa attıkları yerden oraya buraya sürüklenmemelerini demir atmak deyimi ile özdeşleşerek sağlayan zincirler, her bir halkası “ben” denizinde boğulmayıp, “biz” denizinde yüzdüğünde sağlamdır, pektir, kırılamazdır ancak.