Denilmektedir ki “tarih, tarihini bilmeyenleri kayıtlarından siler!” O zaman ben de kendimce desem ki “tarih sandığı, geleceğin çeyizidir”, pek doğru demiş olurum, emin olun!
Geçmiş, geçip gitmeyen, günü geldiğinde kaç katman alttan göz önüne çıkmayı bekleyen sabırlı bir olgu aslında. Diyelim ki DNAmız; öncemiz de o, sonramız da o. Mikroskop olmaksızın göremediğimiz kodlarımızın karakutusu DNAlarımız hem geçmişimiz hem geleceğimiz değil mi? Silsilemizin belgesi DNAlarımız damarlarımızda, Dünya’nın geçmişi toprak altında gizli. Öncesini sır gibi saklayan konserve kutusu sanki bizim gezegen.
Tarihi gerçekler çoğu kez bildiklerimizden apayrı. Birilerinin yazdığı tarih ile an gelip toprağın kustuğu tarih birbirinden o denli farklı olabiliyor ki topraktan çıkanlar sanki kitapları tekzip ediyor. Kayıtlı kuyutlusuna “tarih” dediğimiz kadim geçmiş üzerine yazılmış kimi kitaplar aslında masal kitabı olmalıymış sanki.
Çanak çömlek, gözyaşı şişeleri gibi şeyler dışında geçmişe ilişkin ne varsa diyelim ki en eski parşömenler, bir başka kopyası olmayan çok değerli el yazması kitaplar, kimi tabletler nedense müzeleri kolay kolay süslemez. Ya da erişimi herkese açık olmaz. Tarihe dair bir gerçek bazen saklandığı bir lahitten, toprak altından, bir mağaranın kuytusundan ipucu verse bile o ipucu bu kez de toprak üstündeki karanlık bir dehlizde gizleneceğinden göz önünde olmayacaktır.
“Bize ne geçmişten, biz bugündeyiz” yaklaşımı, carpe diem yani anı yaşamak kolaycılığından öte geçemez. Ama “geçmişini bilmeden gelecek kurulamaz” ilkesi dünden bugüne kendine ait ne varsa bilmektir. Bilmek için de denizin altından toprağın altına aramak, kazmak gerek. O vakit bir bakıyorsunuz kimlerin neden yaptığına dair tek bir iz, imza bırakılmamış on iki bin yıl öncesinin kalıntıları çıkıyor karşınıza. Bir bakıyorsunuz apayrı anakaralarda, tepe değil, aslında piramit oldukları anlaşılan buluntuların otuz bin, yetmiş bin yıldan daha eskiye bile tarihlenebileceği söyleniyor. Meğer toprağın altında yatan tarih başkayken tarih kitaplarında yazanlar bambaşka şeyler olabiliyormuş.
Şu ana dek Dünya’nın en eskisi bellenmişler listesini altüst ediveren Göbeklitepe, yazılı tarihte öyle bir deprem yaptı ki sallanmadık bilgi kalmadı sanki. Kitaplarda anlatıla gelmiş Dünya’nın özgeçmişi neredeyse hepten yanlışmış. Hatta hayal ürünü denebilecek kadar gerçek dışı imiş meğerse kimisi. Dünya’nın evveliyatı en fazla yedi bin beş yüz yıl öncesine sabitlenmişken bir de baktık ki on iki bin yıl öncesinden koskoca T taşlar dikiliverdi karşımıza. Daha eskilere gidenler de çıkabilirmiş üstelik. Ezber dersi tarih, nasıl bir ezber bozan olduğunu böyle anlatıyor demek ki. Oysaki yok denecek kadar az sayıda bilenler elbette olsa da pek çoğumuz iki bin yıl önce olan biteni dahi tam olarak bilmiyoruz.
Bir gün kendisi de yok olacak Dünya, dev bir öğütücü adeta. Bir medeniyetin sonu bazen başka bir medeniyetin doğması demek olurken kimi uygarlıkların adı, izi dahi kalmamış bugüne. Dünya, ev sahipliği yapıp, ağırladığı nice uygarlığa değirmen olup öğütmüş de öğütmüş. Kimini hazmetmiş, kimini midesinde saklamakta hala. Böyle olunca da arkeolojik kazılar, binlerce yıldır kapalı kapıların pas tutmuş kilitlerini açan anahtar görevi görüyor bir yerde. Tarih, zaman zaman sil baştanlar yaşatan izsiz belsiz, küflü, haritası, krokisi olmayan bir dehliz.
Akşamdan sabaha desek yeridir, bir anda tarihin yeni sıfır noktası oluveren Göbeklitepe, ardından ondan da eski olduğu söylenen Karahantepe için her ne kadar inanç merkezi, tapınaklar bütünü denilse de gerçek hiç de öyle değilmiş. Buradaki yapılar da tıpkı Mısır piramitleri gibi Orion takımyıldızı ile hizalanmış. Yıldızlardan bahsetmişken… Göbeklitepe için gökyüzünün bugünkü konumları değil de on iki bin yıl önceki halleri dikkate alınmalı imiş. Denildiğine göre bu hizalanış Göbeklitepe’nin kozmik bir bağı olduğunu gösteriyormuş.
Annem’in ören yerlerine, tarihe merakından dolayı okul öncesinden beri antik tiyatroları, kalıntıları her fırsatta gezip gören biri olarak Göbeklitepe’de dolanırken bir kez daha anladım ki kadim geçmiş kâh megapollerdeki gökdelenlerin altında, kâh toz toprak içinde. Dünya’nın gizli arşivi, kendi sinesinde gömülü. Dünya’nın da, insanoğlunun da tarihi, yalnızca kıyısı keşfedilmiş, ufku seçilemeyen uçsuz bucaksız bir deniz gibi. Ara sıra sularında adacıklara rastlıyoruz.
Tarih, sıklıkla lal. Dilsiz yani. Eğer bir arkeolojik kazı sonucunda ya da tesadüfen bulunmazlarsa varlıklarından asla haberdar olamayacağımız kayıp her bir kadim uygarlık, insanlık tarihinin noksan sayfaları. Hala giz gibi görünenlerin aslı nedir açıklayan bulgular belki çoktan gün yüzüne çıktı da henüz haberimiz yok.
On iki bin yıl boyunca toprakta saklı olduğundan insandan gelecek hoyratlıklardan uzak kalmış, ardından kısmen görünüp, Dünya’nın en büyük gizemi oluvermiş Göbeklitepe, tarihin fay hattı olarak insanlığın, Dünya’nın geçmişi diye inandığımız kimi masalları silkeleyip kökten salladı bir kere! Bu da, sil baştan yeniden yazılmadıkça mevcut tarihin asla gerçek tarihimiz olmayacağı anlamına gelmiyor mu?