Yaşamı, Dünya’nın en hüzünlü bestelerinden biri olarak bilinen, kör bir kızın “bana ay ışığını anlat” demesi üzerine Mozart’ın o an, orada besteleyiverdiği Ay Işığı Sonat’ından Vivaldi’nin bir adı da Dört Mevsim olan Bahar Valisi’ne çevirecek zihniyet, piyanistlerin hayata bakışında olabilir mi? Sözlerini dillerinden değil, ellerinden dökerken bir yerde parmakları onların dilleridir de. Bu yüzden ayakları üzerinde durmak kavramı onlar için el parmakları üzerinde durmak anlamına gelen piyanistler bilirler ki elleri incinirse hayatları incinir. O yüzden ellerini, gözlerinden sakınırlar desek yeridir. İncinmemek için incitmemek ilkesidir bu.
Keşke her yan piyanist anlayışındakiler ile dopdolu olsaydı. Ne gezer! Zihniyet var çöreklendiği yerden öyle bir tıslamakta ki o tıslayış ile sokulmak istemeyenler arkasına bakmadan ondan kaçmakta. Her gün gözümüzün önünde yüzlerce, binlerce örneği var bu uzaklaşışların. Kendi içlerinde yaşayıp, kendi kurallarından başka kural tanımaz, neredeyse hepsi birbiri ile hısım akraba olan dışa kapalı topluluklardan ille İzmir’e göçüşler gibi. Şu apaçık ki İzmir’e kaçış demek, nefes alınamayan bir zihniyetten soluk alınabilecek bir zihniyete kaçış demek olmuş hep.
Gel gör ki nerede kendinden kaçırtan bir anlayış varsa oradan kaçanların soluğu aldığı İzmir’in otogarına inmekle yoluna girmiyor hiçbir şey. Nerede biçimlenilmiş, hangi değerler edinilmiş ise kaçılan yere beraberde onlar da taşınıyor çünkü. Kaçanların kafasına kazınmış kodlar çoklukla değişmez, kalıcı olduğundan geldiği yere uyumlanmak, benzemek yerine yeni ortamını da geride bıraktığı yere benzetmekten geri kalmıyorlar, malum. Haliyle boğucu anlayışlardan sırf adres değişikliği ile güya uzaklaşanların dağarcığında ne varsa, nereye giderlerse gitsinler ortaya o saçılacaktır.
Toplumu birbirinden farklı sosyoekonomik, kültür, örf adet, anlayış altyapısından gelenler oluşturunca bünyesinde birbirine taban tabana zıt düşen apayrı zihniyetler de olacak. Art niyetlisinden iyi niyetlisine, kötü gözle bakanından gözünden sakınanlara, iyi gün dostundan kötü günde de arayana, sırtı her anlamda pek olandan sırtına geçirecek bir şeyi olmayana, gözünü kırpmadan suç işleyebileceklerden karıncayı incitmeyene, hak tanımazdan karıncanın hakkını gözetene kadar. Renk yelpazesi gibi her biri ayrı tondaki bambaşka zihniyettekiler eğer ortak tek bir yaklaşım edinmiş olsalardı inciten de olmayacaktı, incinen de. Piyanist olmadan piyanist gibi bakabilselerdi biraz akışa, düzene, ahlaka ait her şeye. Başta etiğe!
En çok kravatlarına güvenerek doğru dürüst ceza almayacaklarına emin olduklarından kırıp dökmekten, yok edicilikten şaşmayanlar, vurdu kırdının toplumda giderek kanıksanıp, yer edeceğini bunun da bindiği dalı kesmek olduğunu bilselerdi bir! Yani göz açıp kapayana kadar biteceğinden güle oynaya karşılayacakları pek hafif cezalar alacaklarına geri kalan tüm ömürlerini ağırından mahkûmiyetler tamamlamak için harcayacaklarını bilselerdi! Tanımadıkları, bilmedikleri ya da belki eski eşleri, belki öz evlatları, belki komşunun bebeği demeyip, yok yere hayattan kopardıklarının cezasının tıkıldıkları yerde kendi hayatlarının çürümesi olacağına inansalardı? O zaman piyanistlerin ellerini koruduğunca suça uzanan ellerini korurlar mıydı? İçlerindeki zehirli tohumu çillendirecek tek bir yağmur damlası bulamayacaklarından hem de öyle bir korurlardı ki! Ama kravatlı takım elbiseler içinde nasıl görünüyorlarsa artık, çok sürmez birkaç ay içinde ellerini kollarını sallayarak çocuk masumiyetine kadar ilişebilecekleri toplum içinde olacaklarına öyle eminler ki! Ona güveniyorlar.
Zihniyetin zehirlisi, örümcek ağı gibi yutucusu elbette her zaman, her yerde olabilir. İnsanın hamuru su kaldırabiliyor zira. Balçıklaşabiliyor. Önemli olan çarpık, sapkın, kötülük saçıcı zihniyetin niceliği. Çoğalmasının önüne vurulacak olan set. O önleyici set, nasıl bir piyanist sanat hayatı sönmesin diye ellerini domates doğramaktan bile sakınıyorsa bozuk zihniyetleri de en başta kendi hayatlarını karatmaktan alıkoyacak boyutta suç işlemekten korkutup, caydıracak gerekirse en ağırından cezalardır tek.
Öylesine çarpık, raydan çıkmış, yolunu şaşırmış, “babana bile güvenme” sözünü doğrulayıcı şeylerin yaşandığı günlerdeyiz ki küçücük bir bebeğin yakalandığı örümcek ağını ören kendi babaları, anneleri, abileri, amcaları, çok yakınları olabiliyor. Pamuk Prenses’in kötü kalpli üvey annesinin dahi aklına gelmeyecek fenalıkları gözlerini kırpmadan öz evlatlarına yapan, yapılmasına göz yumanlar çıkabiliyor. Çünkü demiştik ya, karşılarında kendilerini pek güçlü hissettikleri iki, dört, altı, sekiz, on beş yaşındakilere ya da yaşlılara, kadınlara, hayvanlara ne zarar verirlerse versinler pek ucuza kurtulacaklarını biliyorlar. Oysa verdikleri zararın karşılığını kesinkes çekecek olsalardı? Kötülük, karşılıksız yani cezasız kaldıkça mayası tutar, semirir.
Toplumunda örümcek ağı da, ağ örenlerin de olmaması için en başta bunları örenlerin kendilerini de yakalayacak ağlar olduğunu görmeleri, bilmeleri gerek. Zira bataklık yoksa bataklık canlıları da olmaz. Sapkın, kıyıcı, boğucu toplum kemirgeni zihniyetler koşturacakları meydan bulamayınca ortalıkta olamaz. Malum, fareler, kediler el ayak çekilince çıkarmış ortaya.