“Kavak ağacını seven pek az kişi gördüm. Çünkü dosdoğrudur” demişti Cenap Şahabettin. Belli ki o günden bugüne dosdoğrular hakkında değişen bir şey olmamış. Dahası fıkralara kadar doğru anlamamakta ayak diremişiz. Kâğıdı, gerçekleri öğreneceğimiz kitap olarak değil de suya bırakınca ıslanıp dağılacağını bile bile ufuklara açılabileceğimiz çocuk işi kayıklar olarak görmekten geri kalmamışız. Doğulan andan başlayarak alınan yol hayat zikzaklardan oluşabilir; ama ya tuttuğumuz yol? Tuttuğumuz yolun kavaklar gibi dosdoğru mu yoksa doğrunun zıddı yamuk yumuk, eğri büğrü mü olup olmadığı en çok yoldakinin kaypak olup olmamasına bağlı elbette.
Zıtlardan bahsetmişken… Bir şeyin anlamını pekiştiren onun zıddıdır. Diyelim ki düzün anlamını pekiştiren eğridir. Gece olmasaydı şafağın önemi bilinebilir miydi? Böyle olunca gidip de dönemeyenler nedeni ile Gidengelmez Dağları adı verilmiş silsilede kaç kişiyi yutmuş oyuklar, çukurlar gibi yutucu karanlık, sapılmaması gereken bozuk yol, aydınlık da tek onda yol tutulması gereken doğru düzgün patika oluyor haliyle.
Boydan huya ne her şeyin kendisi ile anıldığı ölçünün zıddı, ölçüsüzlük. Yani şimdilerin sınır, dur durak tanımaz çapsızlığı. Öyle ki kuş, tek pencere önünde, dallarda en sık görülen serçe bellenmişse leylekler göze kuş gibi gözükmeyeceğinden tutup, kuşa benzetilmeye kalkışılır. Gagası, kanadı, kuyruğu, uzun bacakları kesilip, ortaya çıkan artık leyleğe benzemez ucubeye bakıp, “işte şimdi kuşa benzedin” denilebiliyor bile fıkradaki gibi. Tek ölçüsü kendi ölçüsüzlüğü olanlar için leylekler anca serçeye indirgenince kuşa benziyor anlaşılan. Ya da yine fıkradaki gibi Nasreddin Hoca’ya sormuşlar “eskiyen Ay’ı ne yaparsınız?” diye. O da “kırpıp kırpıp yıldız yaparım” demişmiş hani. Başka ne desindi, Ay ışığından geceyi yoksun bırakmayı kafasına koymuşlar karşısında hiç olmazsa yıldız ışığına razı olmuş Hoca Nasreddin? En doğrusunu, dosdoğruyu yapacağını söylemişti karanlıkta kalmamak için. Pek eskilerde, o da tek fıkralarda duyulan Ay’dan leyleğe kırptıkça kırpma hevesi şimdi gerçek hayatın acımasızlığı elinde ormanlara, sahillere kadar uzandı.
Ay ile yani kopkoyu karanlığın gümüş tabak gibi gökteki feneri ile kimilerinin başı hiç hoş olmamış. Anlaşılan karanlıkta pırıltı olsun istemeyenler, suya sabuna dokunmaksızın gökten Ay’ı sökmek için ona “eski” deyip, Nasreddin Hoca’ya “eskimiş Ay’ı ne yapardı” diye sorduklarında aldıkları yine pırıltı saçan yıldızlara dönüştürürdü yanıtı ile yetinmemiş olacaklar ki tutup bir de geceleyin su kuyusundaki Ay yansımasına bakıp, Ay kuyuya düştü diye yaygara koparmışlar. Başlarını kaldırıp da göğe bakmayı akıl etmek ne gezer, akıl olmayınca! Aklı olan, zekâ ürünü olarak bilinen espriyi yapabilendir zaten.
Ay’ı kuyudan çıkarmak da Nasreddin Hoca’ya düşmüş. Ucuna kova iliştirilmiş ipi kuyuya salıp, çekmiş. Bir de ne görsün? Ay, kovada değilmiş. Kovayı yeniden kuyuya salıp, hızlıca çekmiş bu kez. O hızla da sırt üstü yere düşüvermiş. Sırtı yerde, göğe bakar halde uzanırken yukarıda Ay’ı görünce “çok yoruldum; ama sonunda Ay’ı kuyudan çıkardım” demiş etraftakilere. Demiş deee… Fıkra sandığımız o sözlere güldürürken biraz da düşünelim istemiş aslında. Düşündük mü? Yoksa yalnızca güldük mü? Öyle bir güldük ki hem de… Ağlanacak hale düşsek bile gülmeye devam ettik. Ağlanacak hallerimize gülmek, kırılma noktamızdı. Belini kırdık yani yolundaki her şeyin. Beli kırılan da kolay kolay doğrulamaz bir daha! Diyelim ki kavak gibi dosdoğru uzanıp gidenler!
Doğrulttuklarımız olmadı mı peki? Oldu ama göğe değercesine beton uzanışlar idi onlar. Üstelik bunca zamandır bir Mimar Sinan daha çıkaramamış iken onun dev gibi eserlerini cüceden betere çevirdik beton dikintiler arasında. Hem de deprem gerçeği bir kez kapıyı çalmış, ikincisini ha çaldı ha çalacak iken. Eğer Mimar Sinan bugüne gelebilse idi yol arkadaşı mutlak Nasreddin Hoca olurdu. Çünkü onu tek Hoca Nasreddin teselli edebilirdi; siluetinden ruhuna, deprem gerçeğine aldırmayışlarına kadar başta İstanbul olmak üzere anılışı bile kentten megapole dönüşmüş şehirlerimizin düştüğü hal karşısında.
Yanlışlarının, saplantılarının, dayatmalarının bedelini tek kendileri ödeyecek olanlar bir yana, allanmış pullanmış o hatalarda hiç dahli olmayanlar ödeyecekse ya bedeli bir de? Diyelim ki bir megapoldeki depremde yaşanan ağır tabloda kurtarılmaları gerekirken onca yıkıntı arasında, göçük altında bekleyip de ulaşılamayacaklar mesela? Kavaklar gibi dosdoğru olmak gerekirse depremin olacağı da, deprem olursa içinde bulunulan koşullarda yaşanabilecekler de zaten çok önceden bilindiği halde bunlara kulak tıkayıp, bildiğini okumak doğru mudur? Kentlerin incelip kopacağı yer, kentleşmede ölçünün kaçtığı nokta olmalı. Yani beklenen afetlerle inatlaştıkça inatlaşmak olmalı. Böylesi inatlaşmalar durgun suyu bile bile bulandırmak olmaz mı?
Çekya’da bir cam fabrikasının müzesini gezmiştik. O fabrika Dünya’nın en önde gelen markasını taşıyan kristaller, billurlar üretirmiş baştan beri. Sergilediği ürünler arasında birkaç yüz yıl önce bizim buralar için ürettiği armalı, damgalı bardaklar, sürahiler, kâseler, tabaklar da vardı. Sanırım sergideki çoğu bir şeyin devamları Topkapı Müzesi’ndedir.
O müzedeki küçücük bir şekerliğe, zarflı bardağa, kâseye güç yetemeyecek bedeller bindiren işçiliği, sanatı gıpta ile izlerken bunca ince emeğin bir dokunuş ile tuz buz olabileceğini düşünmeden edemiyordunuz. Uz ellerce ortaya koyulmuş her cam eşyanın hep orada olabilmesi, bir hoyratın elinin tersine denk gelmemeye bağlıydı. Pek ışıltılı, kimisi vişne rengi, kimisi deniz tonlarında ama sonuçta kırılgan onca camı incitmeden üzerine ne nakışlar bezemiş olanlar ile o işçiliği bir el hareketi ile paramparça edebilecek zihniyet arasındaki uçurumu da görmüş oluyordunuz müzede aslında. Yani yapıcılığı ve yıkıcılığı. Deprem beklenen kentlerin de o billurlara benzediğini düşünmeden edemiyordunuz bakarken.
İster altın, gümüş ister billurdan olsun her bardak sıra su içmeye gelince içindeki su da billur kadar saf, temiz olmazsa işe yaramaz. Su bulanıksa billur ne yapsın? Üstelik pis su ile kirleneceğinden sirke ile temizlenmeye bile gerek duyabilir.
Anlaşılan kaplar toprak, altın, gümüş ya da billurdan olsa da içindeki su temiz olmadıkça kabın bir önemi yok. Öyle ya, yanına varmadan önce kireçten kabukları ile tüm yumurtalar aynı gözükür. Taze mi, bayat mı, çürük mü suda ya da kokuları duyulduğunda anlaşılır. Ne zaman yumurtalar suya bırakılır, bayat, bozuk yumurtalar o zaman suyun yüzüne çıkıverir, batacağına. Bayat olduklarını gösterebilmek için su yüzüne fırlayıveren yumurtalar, hep dosdoğru uzayan kavaklar altından mı toplanmış demeli?