Bir elli yedi yıl ki seksen altı yıl sonrasında dahi unutulmak şöyle dursun anlamı perçinleştikçe perçinleşiyor. Yıllarca yatağı dağ başları, yorganı kar olmuş elli yedi yıllık kısacık bir ömür var ki tarihimizde… Çölde, cephelerde geçmiş. Yaşamaya değil, yaşatmaya adanmış. O pek kısa ömürde kazanılan zaferler bayram bilinip çocuklara, gençlere armağan edilmiş. Ekip biçerek doyuran, savaşta şehit düşen köylüyü yurdun efendisi bellemiş, belletmiş. Bu topraklarda on binlerce yıldır var olan kültürümüz ilelebet sürsün diye kurumlar açmış. Uğruna ne savaşlar verdiği bu toprakların doğasını sakınmış, korumuş. Öyle ki bir ağacın kesilmemesi için Yalova’daki köşkü temelinden oynatıp az öteye yerleştirtmiş.
1881’de Selanik’ten Dünya’ya bir başka rüzgâr esti. Kâh en sertinden kâh ferahlatanından elli yedi sene sürecek o rüzgârın adı Mustafa idi. Bir esti ki taa çok uzak anakaralardan bile buralara gelmiş yedi düveli, geldikleri gibi gönderdi; nereden gelmişlerse oraya. Tüm bunları başarırken hayatını ortaya koyarak Gazi oldu. Mareşal oldu. Her savaşta yenen oldu. Başta savaş meydanında yendikleri olmak üzere kim olursa olsun Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e yalnızca saygı duydu.
Binlerce yıldır kök salınmış yerlerde gün gelir tüm değerler ile birlikte yok olmak an meselesi olabilir. Eğer hayatını ulusuna adayan bir deha çıkmazsa… Evet, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dediğince naçiz vücudu bir gün elbet toprak olurken attığı temellerin ilelebet payidar kalması hesabı kitabı ile atıldığı her gün bir kez daha anlaşılır oldu.
Her yanın cephe, her karışın savaş olduğu dönemdeki mücadele, savaş sonrası başka bir hale büründü. Eğitimli, donanımlı tüm yetişkinlerini, eli silah tutan tüm erkekleri savaşta şehit vermiş yorgun topraklarda yapılacak çok şey vardı. Bilimden, teknolojiden, sanattan tarıma kadar. Türkiye’nin kuruluşunun üzerinden henüz üç yıl geçmişti ki uçak fabrikası bile kuruldu.
Her gün basmasından pazenine, kundurasına üreten yeni bir fabrika, etnografyasından resim heykel müzelerine, opera ve bale binasına açılır olmuştu. Osmanlı’dan devralınan tüm borçları zeytinliklerimiz ile ödedi. Elli yedi yıllık hayatın son on beş yılında tarımdan eğitime, üst baştan sanata, bilime kadar önem verilmemiş, yapılandırılmamış hiçbir alan bırakmadı. Yurdun olgun başaklı tarlalarında bağdaş kurup oturmak, traktör sürmek ile atıldı savaş yorgunluğu.
Artık kültürel savaş verilecekti. Bilimde, yol alınacaktı. Dilimizin izleri Meksikalarda sürülürken tarihimiz ile birlikte kurumsallaşıp, üzerine araştırmalar yapıldı. ATAMIZ Mustafa Kemal ATATÜRK, kendisi de bu çalışmaların hep içinde idi. Araştırmaları ile hep katkıda bulundu. Dokuz kitap yazdı. Biri geometri üzerine. Geometri tanımlarına Türkçe sözcükler üretti. Üçgen, dörtgen, eşit, çarpı, bölü, yay, kiriş, çember mesela. Ve daha nicesi.
Öğrencileri savaşlarda şehit düştüğünden kimi liselerin iki yıl üst üste mezun dahi veremez olması, eğitimlilerin de savaştan dönememesi sonucunda eğitimli nüfusumuz yok denecek kadar azaldığından Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk ulusunun Dünya’dan geri kalamaması için köy okullarından üniversitelere okullar kurdu. Başöğretmen oldu. Öyle ki o güne dek kadınlar arasında okuma yazma bilen nerede ise hiç yokken birkaç yıla kalmadan okuma yazma bilir kadınların yüzdesi hatırı sayılır seviyelere ulaştı. Zaten Anadolulu erkeklerde pek düşük olan okuryazar oranı giderek arttıkça arttı.
Dünya’nın kültür zirvesi olan Anadolu’nun insan zirvelerinden ATATÜRK, yeterince bilinip öğrenilemediğinden yoğun bir sisin altında kalmış ulu dağlar gibi gelir bana. Dağ, sisin altında kalıp, görülemediğinde ona yok denebilir mi? ATATÜRK’ün doğduğu evin kaç katlı olduğu, rengi ve yazları dayısının çiftliğinde karga kovaladığı herkesçe bilinir. Ancak bunca şeyi nasıl kotarmış, yedi düvele karşı nasıl savaşmış hakkıyla bilmeyi geçelim baştan sona bir filmini olsun çekemedik hala! Dahası ATAMIZ’ın Selanik’te, iki katlı pembe bir evde doğduğunu bilsek de o evin mutfağında, sıcak ocak başında doğduğunu çoğumuz bilmiyoruz ama.
Ocak! Türk kültüründe ev demek. Yurt demek hatta. Eğer Toroslar’da hala tüten tek bir tane olsun Yörük bacası varsa sorun yok demektir. Anadolu’da, var olmak ile eş anlamlı ocak, baca kültürümüzün en has, en önemli kavramlarından. Zira ocağı tüten bir ev, içinde yaşam süren evdir. Malum, bu topraklarda “ocağı” ya da “çırası yanıyor” demek, o evde yaşanılıyor demektir. 1881 yılında, sıcak bir mutfaktaki ocağın yanı başında doğan Mustafa, bugün ocakların tütmesinin kıvılcımı idi.
Selanik’teki evin mutfağını Selanik’te değil, Ankara’da gördüm. Selanik’e hala gidemedim çünkü. Ama olsun, ATAMIZ’ın yüzüncü doğum yılı olan 1981 yılında, Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği içinde ATAMIZ’ın doğduğu ve çocukluğunun geçtiği evin bire bir aynısı yapılmıştı.
Mustafa, henüz yedi yaşında iken babası Ali Rıza Bey’i kaybediyor. On iki yaşında, Selanik’teki okulu Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etmek istemeyip, askeri okula gitmek istiyor. Oğlu asker olsun istemiş babası Ali Rıza Bey’in henüz doğmuş Mustafa’ya hediyesi kılıcı, beşiğinin dayandığı duvara astığını annesine hatırlatıyor. Altı evladından dördünü küçücükken toprağa vermiş Zübeyde Hanım yine de ikna olmuyor. O zaman Mustafa “ben asker doğdum, asker öleceğim” diyerek kararlığını ortaya koyuyor. Zübeyde Hanım hiç razı değil önceleri buna. Ta ki yeri gelince her tarihçimizden dinlediğimiz o rüyayı görene kadar.
Tarihe ilgi duyup da dinlemeyenin, işitmeyenin kalmadığını düşündüğüm rüyasında Zübeyde Ana, bir minarenin tepesinde Mustafa’yı altın bir tepsi üzerinde otururken görünce telaşla oğluna doğru koşarken kulağına bir ses geliyor, “eğer oğlunun askeri okula gitmesine izin verirsen hep böyle yüksekte kalacak. Yok, eğer vermezsen yere bırakılacak.” Bu rüya üzerine Zübeyde Hanım artık Mustafa’nın Selanik Askeri Rüştiyesi’ne yazılmasına razıdır. Böylece koskoca bir ülkenin ve on iki yaşındaki bir askeri öğrencinin kaderi bir bütün oluyor.
Mustafa Kemal, bir gün, askeri okuldaki sınıf arkadaşları ile sohbette. Daha onlu yaşlarındalar. Her biri ileriye dair düşlerini, nerelere gelmek istediklerini anlatıyor. Hayallerinden bahsetmeyen tek Mustafa Kemal kalıyor. Arkadaşları, kendilerini dinlemekte olan Mustafa’ya ileride ne olmak istediğini soruyorlar. Aldıkları cevap yol haritası gibi. “Hepinizi istediğiniz yerlere getirecek kişi olacağım”. Böylesi bir yanıtı verebilmek hayatı öngörüler ile dopdolu birine özgü olabilirdi elbette ancak!
On iki yaşından beri askeri bir öğrenci olarak yurduna adanmış kısacık hayatında yaşı çocuk da olsa, genç de gerçekte hiç genç olamamış Mustafa Kemal. Kaç savaşı bir arada yaşamış her an. Yurdu için verdiği mücadeleden başka her ortamda kitaplar okumuş. Yedi dil bildiği söylenir ki Fransızca ve Almanca eserleri yazıldığı dilden okuyor. Üç bin dokuz yüz yetmiş yedi kitap okuduğunu biliyoruz. Fazlası da vardır muhtemelen. Bu kitapların çoğu cephede okunma. Üstünkörü bir okuyuş da değil üstelik. Dört bin civarındaki o kitapların her biri sindirilerek, içindeki özsu alınarak okunuyor. Önemli bulduğu yerlerin yanına not alıyor, satırların altını çiziyor. ATAMIZ’ın kütüphanesindeki kitaplar okunmaktan dolayı eskiyor yani. Pırıl pırıl ciltleri ile kitaplık dekoru değiller. Binlercesi bugün Anıt Kabir Kütüphanesi’nde.
Cephe cephe dolaşılarak geçirilen elli yedi yıllık bir hayatta altı, yedi dil bilmek önemlidir mutlak; ama en başta kendi dilini hakkıyla bilip, bir de o dilin köklerini araştırmak için Meksika’ya kadar araştırmacı göndermek var! Türk Dil Kurumu yanında tarihin, ileride çarpıtılarak anlatılıp yazılabileceğini bildiği için Türk Tarih Kurumu’nu kurmak var! Bu topraklar üzerindeki değerler ile bizleri var eden kültüründen, tarihinden, dilinden, tarımından, biliminden, sporundan, sanatına kadar hiçbirini atlamadan tohum gibi kültür topraklarına dikip, solanları sulamak, yok olmuşları filizlendirmek var! Ocakların bacasını yeniden tüttürmek bunlarla mümkün çünkü tek!
Belki de daha önceleri tarihin böylesini hiç duymadığı “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” diye bir hedef söyleyebilen tek önderi, sonlanmadan hemen önce, 1881 yılında, başta bize sonra Dünya’ya hediye eden asrın da on dokuzuncu yüzyıl olması gibi on dokuz sayısı her defasında Mustafa Kemal ATATÜRK’ün hayat döngüsünde belirleyici olmuş.
Bugün elli yedisini çoktan aşmışlardan doğalı henüz elli yedi saniye olmuşlara herkesin ATAsı olabilmiş o benzersiz ATA’nın hayatı hep doğduğu yüzyıl gibi “on dokuz” ile anılırken kendisine doğum tarihi sorulduğunda da “19 Mayıs 1919” demişti. 19 Mayıs günü ki Samsun’a on dokuz kişi taşıyan neredeyse hurdaya çıktı çıkacak Bandırma vapuru ile aşılan denizlerin karada yankı olduğu gündü. Elli yedi yıllık ömür de on dokuzun üç katı kadardı. ATAMIZI anarken hayatındaki matematiği anmamak olmazdı.
Bir asker olarak farklı anakaralarda bulunuyor. Bir keresinde Trablusgarp’ta yolu bedevi bir falcı ile kesişiyor. Bedevi adam, ATATÜRK ve arkadaşlarının el fallarına bakmak istiyor. Arkadaşları ellerini uzatıp, fal baktırsa da Mustafa Kemal istemiyor. Arkadaşları ısrar edince veriyor elini anca. Bedevi, ATAMIZ’ın avucundaki çizgileri görünce yerinden fırlıyor. “Sen devlet başkanı olacaksın ve on beş yıl sürecek bu” diyor. ATAMIZ, siroz diye bahsedilen hastalığı iyice ilerlediği vakit arkadaşı Fuat Bulca’ya “bedevi vaktiyle söylemişti. Devlet başkanlığında on beş yıl kalacaktık. Hesapça bu son senemizdir” diyor. Bunu söylediğinde yıllardan 1938.
Savaş meydanında korkulan kumandanken şiire kadar kaleminden neler dökülmüş ATAMIZ, insanın, insan olmanın gerçek anlamını bildiğinden tüm mal varlığını milletine bağışlayarak göçüyor Dünya’dan. Yurdun efendisi bellediği köylüden kentliye tüm ulus arkasından ağlıyor. Tüm Türkiye! Hatta Dünya!
Dünya tarihinin en seçkin, en özel ruhlarından ATAMIZ Mustafa Kemal ATATÜRK, insanı da sevmiş, toprağı da. Hayvanları da. Bilimin bir toplumu nereye taşıyacağını, bilimden geri kalmanın da bir toplumun başına neler açabileceğini en iyi bilen olarak eğitimi köylere kadar yaymış. Yıllar sonra o köylü çocuklar en üst düzey görevlerde yer almışlar. Sanatsız kalan milletlerin hayat damarlarından birinin kopmuş olacağını söylerken tek sanat ile anmamış damarları. Kendisinin de gücünü bulduğu kudretin damarlarımızda mevcut olduğundan da bahsetmiş gençliğe.
Dünya’nın o ana dek hiç görmediği, her alanda, her anlamda bir dehanın Anadolu topraklarından çıkmasını Lloyd George şöyle özetliyor; “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki O, Küçük Asya’da, Türkiye’de çıktı...