Yıl 2004! O zamanlar Adıyaman’ın Çelikhan ilçesinde görev yapıyorum. Öğretmenliğimin ilk yılları. 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitler günü yaklaşmakta ve ilçede bulunun YİBO sahnesinde akşam saatlerinde düzenlenecek programın hazırlıkları usul usul devam ediyor. Aklımda nicedir bir fikir var. Bir canlı belgesel kurgulamak istiyorum. Hazır bir program da yapılacak diyerek başlıyorum çalışmaya. Uykusuz geceler, yorgun günler!
En azından bir taslak olarak birkaç hafta içinde gösterinin yol haritasını kurguluyorum ama bu çapta bir sahne gösterisini sahneleyecek imkânları yaratmak oldukça zor görünüyor. Çare yok, gösteriyi daha dar bir çerçeveye oturtuyorum ve yanıma iki öğretmen arkadaşımı da alıp çıkıyorum sahneye. Müzik öğretmeni Serdar gösterinin canlı müzik performanslarını üstleniyor, Bilgisayar öğretmeni Hakan ise hazırladığı slayt ve videolarla bizi sahnede destekliyor. Sunum benim ellerimden öpmekte. Yaklaşık otuz dakika sahne performansı yapıyoruz. Herkes çok beğeniyor gösteriyi, bizim de içimize siniyor doğrusu yaptığımız iş.
Ne var ki Çanakkale’yi anlatma tutkusu daha da büyük bir ateşle kavurmaya başlıyor bu kez beni. Bu ilk adım iyi geliyor ama sahneye yansıyan gösteri henüz yönetmenin gözünün gördüğü değil! Gel zaman git zaman, 2006 yılında Çeşme’ye tayinim çıkıyor ve o zamanki adıyla Ertan Anadolu Meslek Lisesi’nde göreve başlıyorum. Okulda ilk yılım. Gayet kıdemsizim, birlikte çalıştığımız öğretmenlerin hepsi meslek büyüğümüz.
O yıl 18 Mart programını hazırlama görevi bizim okula verilmiş. Hummalı bir çalışma var. Şiirler, orotoryolar, konuşmalar, slaytlar, sergiler… Hazırlıklar böylece uzayıp gidiyor. Program hazırlığı ile ilgili komisyona almış beni okul idaresi lakin böyle işlere merakım olduğunu bildiklerinden değil, biraz komisyonun sayısı dolsun diye biraz da aramızda bir de genç olsun duygusuyla atılmış bir adım bu!
Programa günler kala bir toplantı yapılıyor. Bir şube müdürünün başkanlığında komisyonumuz toplanıyor. Yapılan hazırlıklar konuşuluyor, her detayın üzerinde uzun uzun tartışılıyor. Ben açıkçası kenar süsü gibi kalıyorum toplantıda! Derken bir fırsatını bulup dalıyorum konuşmanın orta yerine. Elimde bir hazırlık olduğunu anlatıyorum, detaylara giriyorum. Dilimin bağı çözülüyor, coşkun akan sel gibi sözcükler. Ne derece hevesli olduğumu anlamış olacak ki Şube Müdürümüz gösteriyi sahipleniyor ve programa dâhil edilmesine karar veriliyor. Sadece 10 gün var ve elimde hiç hazırlık yok, fikrim dışında! Ama fikir iyidir diyerek çıkıyorum yola. Rehber öğretmenimiz çok yetenekli bir adam. Çalmadığı enstrüman yok gibi. Videoları hazırlıyorum, kurguları yapıyorum ve prova günü gelip çatıyor. Yine 30 dakika civarında bir performans sahneliyoruz. Prova o kadar beğeniliyor ki programın sunuculuk görevi de bana transfer oluveriyor.
Program günü büyük bir heyecanla çıkıyoruz sahneye; kaval bağlamayı, bağlama gitarı kovalıyor. Sunumlar, hatıratlar, anlatılar gurur ve gözyaşı içinde sahnede can buluyor. Program bitiminde tüm salon dakikalarca ayakta alkışlıyor gösteriyi. O güne kadar alışılagelmişin aksine tüm protokol tek tek sahneye çıkıp tebriklerini sunuyor. Garnizon komutanı kucaklıyor beni, “20 yıllık askerim, hiç bu kadar asker olduğumu hissetmemiştim.” diyor. Pek çok benzer anekdottan birisini yaşıyoruz o anda.
Ama halen Çanakkale’yi aklımdaki haliyle anlatabilmiş değilim. Benim düşüm; anlattığım her karenin ete kemiğe bürünmesi, her şeyin bütün yalınlığı ile sahnelendiği bir gösteriye can vermek. Mutlu olmasına mutluyum ama eksik kalan bir şeyler var, biliyorum ve inanıyorum. Bir gün, isimsiz kahramanların verdiği bu büyük mücadeleyi ve emperyalizmin ne çeşit bir “tek dişi kalmış canavar” olduğunu mutlaka anlatacağım sahnede!
Artık Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Anadolu Lisesi’ndeyim. Yıllar gelip geçiyor, her yıl bir program üstleniyoruz. Yaptığımız işler büyük beğeni topluyor. İki yıl arayla 10 Kasım programlarında sırasıyla “Onun Ardından” ve “O An” isimli gösterileri yazıyorum, öğrencilerimle başarıyla sahneliyoruz. Öğretmenler günü programında “Mektepli Kabareyi” sahneliyoruz, 19 Mayıs’ta ise stratosfere gözlem balonu yollayarak Ata’mızın imzasını göklere yükseltiyoruz. Bir yandan da bu yıllar içinde onlarca tiyatro oyunu sahneliyoruz gençlerle ama talih bu ya Çanakkale ile ilgili çalışma yapma fırsatı çıkmıyor karşımıza. Dosyamız hazır, klasörde aslanlar gibi yatıyor.
Bu yılın başında yaptığımız kurul toplantısında okul müdürümüz Zeynep Hanım 18 Mart Çanakkale programını üstelediğimizi söyleyince gözlerim parıldıyor. İşte diyorum, o gün bu gündür! 20 yıldır sabırla beklediğim gün geldi! Değinmeden geçemem YEKVAL’de olmak bir ayrıcalıktır! Bizim okul kelimenin tam manasıyla bir ailedir. Arkadaşlar hemen başlıyor sormaya tabii, neler yapılacak programda diye. Merak etmeyin diyorum, ben yazdım programı! Cevabı duyan herkes önce bir şaşırıyor, kimse bu kadar kısa bir sürede metnin yazılıp kurgulanmış olmasını beklemiyor elbette. Oysa hikâye yirmi yıllık bir maziye dayanıyor.
Şubat ayının sonunda topluyoruz ekibi, birkaçı dışında diğer öğrencilerin hiçbirinin sahne deneyimi yok. Süratle başlıyoruz çalışmaya. Sahne duruşu, ses egzersizleri, okuma provaları, ezber çalışmaları derken okulun kıyıda köşede kalan bir sınıfında sessiz sedasız çalışıyoruz. Ekip her geçen gün Çanakkale ruhunu daha da özümsüyor, tarih şuuru çocuklarımızın bilincine muştalanıyor ve davranışlarını kuşatıyor. Her işe koşar oluyorlar. Kum çuvalları dolduruluyor, top mermileri yapılıyor, top arabası inşa ediliyor, makineli tüfek bataryası kuruluyor, orijinal ölçülerde tüfekler yapılıyor… Tam bir seferberlik hâkim. Biz ekiple bu işleri kovalarken okul idaremiz kostümlerimizi hazırlıyor, sergi hazırlıklarını takip ediyor, bizim yaptığımız dekorlar Gönül ve Didem öğretmenlerin hamarat ellerinde renkleniyor. Hep bir ağızdan vatan şairi Namık Kemal ustaya cevap veriyoruz. “Düşman dayadıysa vatanın bağrına hançerini, bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini”
Oyun günü gelip çatıyor, artık hazırız. Tarihin en büyük direnişini, şanlı bir zaferi anlatacak ve bu uğurda canlarını gözlerini kırpmadan veren aziz şehitlerimizi yâd edeceğiz. Gösteri başlıyor, salon tıklım tıklım dolu. Kulisteyim, bir yandan rol sıramı bekliyor bir yandan da çocuklarımı izliyorum uzaktan. Sahneden kulise giren her öğrencimin yüzünde bir gurur, duruşunda bir asalet, gözlerinde bir pus var. Gençler sahnede büyük bir inanmışlık ve adanmışlık duygusuyla anlatıyorlar hikâyelerini. Seyirci adeta nefesini tutarak izliyor bizi. Final tablosunun ardından uzun süren alkışlar içinde gözyaşlarıyla karşılıyor bizi salonu dolduran misafirler.
Bu süreçten eğitim adına çıkartılabilecek çokça sonuç var. Üzerinde durulması gerekli, notlarımı aldım ileriki yazılarda mutlaka o başlıkları birlikte tartışacağız ama her şey bir yana bu gösterinin bize öğrettiği tunç yasası bu coğrafyada Z Kuşağı diye bir şeyin olmayacağı, olamayacağıdır. Z Kuşağı tanımlaması bizim gençliğimiz için bir mavaldan öteye geçmez. Bizim gençliğimiz Cumhuriyet kuşağıdır, Atatürk Gençliğidir! Bu gerçeği hepimize gösteren sevgili öğrencilerime teşekkür ediyor, hepsini mübarek gözlerinden öpüyorum. Mesele müfredatı yetiştirmek değil, insanı yetiştirmektir!
Mavalımız toplu, tüfenkli, ve tetiklidir.
Barut ve kan kokuludur,
Dudak büküp tiksinmeyin!
Yüz yaşını devirmiş
Çapraz bir mavzerdir –yar koynunda-
Başlar, denize komşu eski bir konuklukta.
Az gidilmez, uz gidilmez
Dere tepe düz edilmez.
Mavalımız iğne oyalı, çifte çarşılı, kurşun kubbelidir.
Toz dumanla, can mezarla yarenlik eder,
Mavalımız siperli ve süngülüdür,
Geride kalmıştır, duldur, öksüzdür, yetimdir…
Mavalımız kimsesizlerin kimsesidir,
Torosların omzunda bir Miralay yıldızıdır,
Eser Adana eteklerine,
Sesimiz ondandır, rengimiz ondan!
Kucağında 210 okka yük, gücümüz de ondandır.
Yüklenir içimizden biri!
Mavalımız dertli kavaldır, peşrevi olmaz!
Çırpınır İzmir’de kordon boyunca!
Seferberlik emri ünler, Davud’un sesidir,
-Kıl çorap bohçası- bitmeyen hasretlerde,
Bir baba duasıdır -mübarek tozlu yollarda-
Bakar bize, çakır delikanlı gözlerinden kalpaklı bir yiğidin!
Şehr-i saadettedir, sesimizdir.
Mavalımız uzun boyunlu bir kuğunun suya inişidir,
Kanatlarında Şehzade pınarının suyu,
Uçar Manisa semalarında.
Bir kırgın nişan tepsisi,
Bir asil nefer ezgisidir.
Mavalımız, Kurtuluş yolun en uzun patikasıdır,
Çorum’da şehit aylığı ile okuyan bir genç,
Amasya’da bir şehit oğlu şehit,
Sivas’ta inançlı bir ihtiyar,
Nöbetçi bir erdir Balıkesir’de,
İlk adımın şehrinde kahraman bir onbaşı,
Ankara’da gazeteci bir çocuk,
Ve gazidir Erzurum’da.
Mavalımız düğmesiz, dikişsiz ve cepsizdir.
Nuh’un gemisinden Ağrı dağının zirvesine bakar
Bir top bataryasının ağzından,
Ve Türkçelidir, anlar şiirden
Mavalımız asi kuştur, vurgundur turuncuya.
Semaha döner, Hacı Bektaş’ta -nefesimizdir.-
Turna akını alır aklımızı,
Vurur dağları karlı Erzinca’nın düzüne;
Boyar bizi, döker tuvale;
Evirir çevirir şiire keser gözbebeklerimizi.
Mavalımız dertli divanedir.
Bilir hasreti de gurbeti de.
Öte yakasındandır suyun,
Yürür ağır adımlarıyla esir bir şehrin arka sokaklarında.
Mavalımız kuşkanadından kalemdir.
Bembeyaz bodur evlerin çatılarından
Boyar gökyüzünü,
En zarif sözcüklerin iskelesinde.
Mavalımız yersiz ve yurtsuzdur.
Ait değildir hiçbir yere
Ve sahiplenmez de hiçbir şeyi.
Ustamızdır,
Kalfamızdır,
Çırağımızıdr..
Mavalımız, hep 17 yaşında kalanların mavalıdır..