Çağların izlerini takip eden bir seyyah ve geçmişin esintilerine kulak veren bir araştırmacıydı o.
Adı Dr. Peter J. Reynolds'tu. İngiliz bir arkeologdu.
Onun tutkusu, heykellerin gösterişli duruşunda ya da tapınakların göğe uzanan sütunlarında değil; antik kentlerin sessiz sokaklarında, taş yollarının kıvrımlarında, doğayla iç içe geçmiş köşelerinde gizliydi. Bu tutkunun en derin izlerini ise Datça'nın uçsuz bucaksız maviliklerine bakan, zamanın unuttuğu bir şehirde bulmuştu; Knidos.
O Knidos ki, Ege ve Akdeniz’in sonsuz sularının birbirine karıştığı, rüzgarların tarihsel efsaneler taşıdığı, Praxiteles ile Phryne aşkının beyaz mermere kazındığı, aşk tanrıçası Afrodit'e adanmış kadim bir diyardı.
Peter bu antik kente ilk adım attığında, geçmişin bir yankısı gibi, kalbinin en derin köşesinde bir kıpırtı hissetmişti. Her gelişinde bu his artıyor, taşların üstündeki ayak izleri ona yeni hikayeler anlatıyordu. Yirmi yıl boyunca Knidos onun yoldaşı, sığınağı, kaçışı oldu. Arkadaşlarını bu büyülü yere getirdi. Panellerde, televizyon programlarında Knidos'u anlattı. Her cümlesinde, her kelimesinde o topraklara duyduğu hayranlık vardı.
Ölümünün yaklaştığını hissettiği bir akşamüstü, Knidos’un rüzgarlı Cape Krio tepesinde, Ege’nin tuzlu kokusunu içine çekerken kızı Jemma’ya döndü. Gözlerinde geçmişin yorgunluğu, ama kalbinde o tanıdık aşkın ateşiyle, “Öldüğümde küllerimi buraya savur,” dedi. “Ben Knidos'a aşığım.”
2001 yılının o yaz günü, Peter J. Reynolds bir Türkiye gezisinde Kemer'de sonsuzluğa göç etti.
Kızı Jemma, babasının vasiyetini kalbinde bir taş gibi taşıyarak cenazesini İngiltere’ye götürdü.
Cenaze töreni sade ve sessizdi.
Babasının külleri, ellerinin arasında, Knidos’un yumuşak rüzgarını bekliyordu. Kısa bir süre sonra tekrar Knidos'a döndü. Ege ve Akdeniz’in buluştuğu bu yerde, babasının küllerini, denizin sonsuzluğuna savurdu.
Peter artık Knidos’un ayrılmaz bir parçasıydı, yüzyıllar boyu esen rüzgarlarla birlikte hikayesi bu kadim topraklarda yankılanacaktı.
Jemma, vasiyeti yerine getirmenin huzuruyla bir süre Knidos’ta kaldı. Babasının tutkusu ve sevgisi, onun kalbine de kök salmıştı.
Peter’ın eski dostu, denizlerin ustası Türk Kaptan Bekir (Karakuş) ile bu süreçte yolları kesişti.
İki farklı dünya, iki farklı hikaye, Knidos’un mistik taşlarının arasında yeni bir düette buluştu.
Küllerden doğan bir aşktı bu.
Bir yıl sonra, Knidos’un büyük tiyatrosu bir düğüne sahne oldu. Gece, antik sütunların gölgesinde yanan meşalelerle aydınlandı, Ege’nin tuzlu rüzgarı, kahkahalar ve mutluluk dolu çığlıklarla yankılandı. İngilizler ve Türkler birlikte oynadı, geçmişin izleri geleceğin umutlarıyla kaynaştı.
Jemma ve Bekir, Peter'in ebedi huzur bulduğu bu topraklarda, birlikte yeni bir hikayeye yelken açtı.
Knidos asırlar öncesinin anılarını koruyan bir kent ama yeni başlangıçların da sessiz tanığıdır.
Tarih boyunca sanatçılara ilham veren, filozofları düşüncelere daldıran ve denizcileri kendine hayran bırakan, zamana meydan okuyan taşlarla örülmüş bir hikaye kitabıdır.
Her sayfasında başka bir hikaye okursunuz bu kitapta.
Örneğin kazı ekibi yakında çok çarpıcı bir korsanlık hikayesini gün yüzüne çıkarmak üzere.
Yüzlerce yıl suyun altında gizlenmiş bir hikaye bu.
Ama ne üzücüdür ki, bu hikayenin gün yüzüne çıkmasında Datçalı değil İstanbullu iş insanları el veriyor.
Üzülecek bir durum.
Başta yerel ve merkezi yöneticiler olmak üzere biz Datçalılar şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor.
Knidos'u İngiliz Peter kadar seviyor, onun kadar sahip çıkabiliyor muyuz?
Ne demişti Halikarnas Balıkçısı?
"Anadolu, denize sevgisinden, Ege köpüklerine atılmış ve kırk beş mil uzanan Datça Yarımadasını yaratırken, Krio Burnunda; "İşte Arşipel, bak senin koynuna geldim! Çünkü ben, senin Knidos'unum!" diye bağırmıştır. Bundan dolayı Datça Yarımadası, Anadolu'nun Knidos'ta şakıyan dilidir. "