Tünaydın Can-Canlarım;
Ne güzel bir sonbahar sabahı! Güneş, son günlerdeki duvaklanmasını terk etmiş, pırıl pırıl, boğmadan ısıtıyor bedenimizi. Arada bir hafif meltem uzatıyor kafasını görüntüye giriyor ağaçların yapraklarını sevgiyle okşayarak...bu gördüğüm manzara da, havayı içime çekip, ciğerlerime doldurup, yapabilsem, hiç bir katresini bile dışarıya çıkartmamamı bekliyor...adeta deklanşöre basıp, anı yaşıyorum...hayat çok güzel be arkadaşım...
Minik serçelerin, yeni biçilen çimlerin içindeki kurtları yemek için bahçeye doluşlarını, adeta bir kokteyl havası yaratıp, keyifle yeri gagalamalarına dalarak izlemek, Gofret'imin, bahçeyi koruma gösterisiyle, ''de gidin lan, bu bahçe benim, sizin benim çimlerimde ne işiniz var diye telaşla onları kovalamasını, arada bir de gururla bana bakıp, 'anne gördün mü, kovdum iblisleri' muzaffer edasıyla, böbürlenmesini izliyorum...çok güzel be arkadaşım, vallahi de, billahi de hayat her şeyiyle, acısıyla, tatlısıyla yaşanası, ve öylesine güzel... Üzüldüğümüz, yandığımız, kahrolduğumuz anlar yok mu? Elbette ki var! Hakiki bir yaşam olayının, bölümleri bunlar. Yaşayarak öğreniyoruz, kuvvetleniyoruz, dayanma gücümüz artıyor, mücadele etmek için kuvvet biriktiriyoruz gördüklerimiz, duyduklarımız, şahit olduklarımızla...evet, bazı şahsi olaylar derinden yaralıyor, kapanmayan bir yara gibi hep ben buradayım diye sesleniyor beynimizin, yüreğimizin içinde ama, hayat o kadar kıymetli ki, onlarla baş edebilme kudreti veriyor bize, gizliden gizliye besleyerek...zaman dediğimiz en kuvvetli, her derde deva merhem de yardımcı oluyor iyileştirmelere. Yoksa, insan üstü varlık olmak lazım dayanmak için ki, hiçbirimiz değiliz. Ancak üzüntü ve acımayla seyrediyoruz sadece böyle varlıklar olduklarını sanan, zannederek kendini dev aynasında büyüten zavallı mahluklara...ve ne acıdır ki, ortamın zafiyetinden, cehaletinden faydalanarak, kendilerini yücelten bir topluluk ediniyorlar, sığırlarda yaşayan tenyalar gibi...bizleri de kah kaşındırarak, kah sancılandırarak, kah mide bulandırarak seyrettiriyorlar...en üzücü tarafı da o kadar çaresizliğe sürüklenerek, terk edildik ki, uzaklara seslenerek imdat sesimizi duyurmaya çalışıyoruz, zira cidden boğazlanıyoruz, yavaş yavaş, uygun adım ilerleyen kıyameti beklerken....
Olmadı be kurban, hayatın güzelliklerinden bahsederek, içimize yerleştirmeye uğraştığımız güzel panoramanın üzerine mürekkep döküldü adeta! Karardı bütün güzellikler, bazı bölümleri de gölgelendi! Böyle mi olmalıydı bizim güzel, güzel olduğu kadar her anıyla yaşanası günlerimizin son demleri? Milletçe, adeta bir cehennem karanlığına doğru itiliyoruz, görünmeyen ama hepimizin de tahmin ederek bildiği güçler tarafından...peki ne yapıyoruz arkadaş????
Elimiz, kolumuz bağlandı, kanadımız kırıldı, yollarımız, istikbal diye büyüklerimizin öğrettiği, çizdiği güzel yollara çığ yağıyor sürekli, adeta gökten düşüyormuş gibi...müsebbiplerini biliyoruz, tahmin edebiliyoruz, gözümüz kapalı, ama gel gör ki, uyuştuk, uyuşturulduk, adeta, atalarımızın istenmeyen zamanları en güzel ifade ediş şekliyle; '' elle gelen, düğün bayram'' mı olacak acaba, yoksa bir mucizeyle uyanacak mıyız, bu derin komadan...
Yok mu, aramızda Atatürk kadar memleketini, milletini seven, kollayan, yoktan var edecek kadar kuvvetli, inançlı, kudretli insanlar?? Köklerinize kurutmak için kibrit suyu mu döktüler, he kurbanlar???? Durum ortada! Hep iyi şeyler olacak diye sabırla bekleştik. İyi şeyler yapıldı, o kadar da nankör olmayalım! Ama gel gör ki, eksiler, artıları tek tek, ayıklayarak döküldü... Şimdi de kel başa şimşir tarak arıyoruz!! He ya, ararsın! Yan gelip kıçını kaşıdığın günler çoktaaan rahmetli oldu! Uyan da balığa çıkalım, he kurban!!!!