Bugun...
SON DAKİKA

Geç Çiçeklenen Ağaçlar

 Tarih: 15-04-2024 08:25:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Elmasları uzaklara yol aldığından bize kala kala elde kömür tozu kalan koskoca bir maden ocağını andırıyor şimdi buralar. Şu sıralar, ana baba ocağından gurbet ellere giden gidene zira. Doğulan yerde doyulamayınca doyulan yerlere kaçan kaçana.  Bayramlarda bile köyüne, kasabasına gitmek için bilet parası bulamayanlar, bilet parası olarak eğitimlerini, yeteneklerini ödüyor bu kez.     

 

Hayata atılmak, bir düzen kurabilmek için ilk aşama olan iş bulma eşiğini son yıllarda bir türlü aşamayanlar çözümü sınır aşmakta buluyor. Bir türlü bir yerlerden başlayamamanın duyumsattığı sıkışıp kalmışlık hissinden kurtaracak tünelin ucundaki ışık, batılı bir ülke adı yazılmış tabelalar, hepsi de geleceğinden umutsuz gençler için. Dahası işi gücü olup da emekli ikramiyesi ile küçücük bir ev dahi alamayacaklarını çoktan anlamışlar da birkaç ayda araba, birkaç yılda ev sahibi olabilecekleri yerlere yöneliyor. Böylesi gidişler öyle gidişler ki İç Anadolu’da “başlı gitti” denilenden. “Başlı” demek, “hepten”, “temelli” demektir. Bir de yolu buralara düşenler var!  

 

Ezelden beridir evimiz olmuş bu topraklar yani Anadolu son yıllarda guguk kuşu yuvasına döndü sanki. Kendi yavrularını büyütmeyen guguk kuşları, yumurtalarını bırakacak başka türden kuş yuvaları ararmış. Peylediği, gözüne kestirdiği yuvaya da bırakırmış yumurtasını. Diğer kuşlardan hayli iri olan guguk kuşu yavrusu yumurtadan çıktıktan sonra ilk iş olarak yuvanın kendi yavrularını teker teker aşağı atar, artık yuvanın yeni sahibi olarak kendini besletmeye, baktırmaya, semirmeye başlarmış. Şimdi ne yana baksak filmlere ad olmuş guguk kuşunun yumurtası bırakılmışçasına bir görüntü sarmış ortalığı.

 

Şu sıralar yepyeni bir kavram dillere dolanmış halde; “alma verme dengesi”. En sıradan örnek ile son bilmem kaç yılın mezunu doktorlarımızı, sağlık çalışanlarımızı, işini bilen geri kalan her daldaki uzmanlaşmış insanlarımızı gözümüzü kırpmadan yaban ellere gönderip de gidenlerin yanında atom çekirdeği kadarcık kapasitesi olamayacak, her an çaaat kapı gelenlere bakınca… Doktorlarımız röntgen, MR, ultrason çekerdi. Oysa gelenler otobüslerde, kalabalık caddelerde kızların, kadınların hatta çocukluktan çıkmak üzere olanların videolarını etik dışı olarak gizli saklı çekip bir de kendi gruplarında paylaşıyorlarsa eğer? Alma verme dengesinin bizden yana nasıl şaştığını çekiyor aslında o videolar!  Koşulları giderek hem de nasıl elverişsiz olmaya başlamış bizlerin sırf verenler olması,  beri tarafın da tümden alıcı olması demek dengesizliğin daniskası demektir zaten.  Üstelik bu durumun ısrarla görmezden gelinmesi, karaya “süt beyaz” diyecek kadar gönüllü renk körü kesilmek olabilir, olsa olsa.

 

Hayata başlamak, bir fidanı sulamak için kuyudan su çekmeye benzer bir yerde. Kuyuya ip ile inilir. Ama ya bizim ipimiz “onun ipi ile kuyuya inilmez” güvensizliği uyandırmışsa çoktandır? Gençlerimizin başka iplere sarılmalarına bakınca belli ki kendi ipimiz ile kendi kuyumuza inilemeyeceği kanısındalar. Oysa hayat tutunmaktır; doğduğumuz an anne eline yapıştığımız gibi. Eğer kuyumuza da, suyumuza da, ipimize de güven duyulmaz olmuşsa o zaman güvenle tutunacakları başka bir ip arayışına giriyor her yaştakiler. Ayan beyan göz önündeki “Çaaaat Kapı Cennete Dalanlar ve Cehenneme Dönüştürülmüş Cennetlerinden Kaçanlar” adlı tablodan sorumlu kim o halde?

 

Med cezirlerin bile saati, vakti vardır; ama her günün her anındaki bu bitmez gelişler ve zorunluluktan gidişlerin Türk toplumuna getirisine, götürdüklerine bakınca… Yani artılarına, eksilerine. Sayfalar tümden eksi ile dolu. Hastaneler, küsüp giden doktorlarımızın ardından doktorsuz kalmış iken günaydın demeyi bilenlerimiz, yol yardamdan haberdar olanlarımız hepten uzak ellerde. Yabaniler mi geldi aklınıza “yaban eller” deyince? “Yabani” ile anlatılacak ne varsa hepsi burada artık! Nasıl mı?

 

Göç konulu bir film seti gibi şimdi koskoca Ülkemiz. Buranın insanları olarak bizler hep başrolde iken doğumhanelerden deprem konutlarına artık en ufak rollere uygun görülmek? Hem de nasıl sahiplenip kol kanat gerdiğimiz gelenler, sahip çıkamadığımızdan giden gençlerimizden o kadar farklı ki! Gidenlerin diploması ellerinde. Kimliği apaçık ortada. Yetişmiş, etik değerlere sahip, kültür alt yapısı çok güçlü kitle onlar. Kuşkusuz gittikleri yerlerde bindikleri otobüslerde, metrolarda duraklarında ininceye kadar kitap okuyarak, belki geride bıraktıklarını düşünerek akıllı uslu, sakince yolculuk ediyorlar. Kimselerin videolarını çekecek eğilimde değiller öncelikle! Buraya gelenler mi? Hallerinden o kadar memnun, o kadar rahat olmalılar ki… Eğer memnun olmasalar, bir simit alamayacak, bir tas çorba içemeyecek durumda olsalar doğumhanelere fazla mesai yaptırtıp, yemin etmişçesine bir gidenimiz yerine bin tane doğurmak çabasında olurlar mıydı hiç?

 

Gözlerini, vakti geldiğinde kaç kuşaktır açtıkları topraklarda yummayı bekleyenlerin şimdiki tek beklentileri, bir Avrupa ülkesine kapağı atmak, uygar bir yaşam sürmek. Her yaştan insanımız ayakları yere bassın, bastığı zemin kaygan değil, sağlam olsun istiyor haklı olarak. Aklı başında herkesin isteyeceği, istemeye hakkı olduğu gibi. Ancak yabancı ülkelere adım attıklarına bakılırsa buralarda basacak sağlam zemin bulamıyor olmalılar. Bu, güven duyamamaktır. Çaresizliktir. Çaresizlik, arayışlara iter. Diyelim ki burada ev kirasını ödeyemezken bir virüsten doğan salgında paket edilmişçesine özel kılıklar içinde, haftalarca uykusuz, virüs kapıp öleceğini bile bile, belki de canından olma pahasına didinen, günlerce evine gitmeden hastalar için sabahlayan bir sağlık çalışanı, Almanya, Hollanda gibi ülkelere göçtüğünde artık geleceğinden endişe duymaz oluyor. Güvende hissediyor. Akıl edebilenlere, içinde bulunulan koşullar ile içinde bulunmak istenilen koşullar arasındaki ters orantı apaçık ortada, değil mi?  

 

Konu para olunca almaya gelince mutlak alan ama hak edileni olsun vermeye gelince bundan kaçan olunabilir mi? Olursa eğer, ne bel kalır ne belkemiği. Zaten toplumun bel kemiği, kültürel hücreleri olan orta direğin kaybolup gittiği böylece dar gelirli oranının kabardıkça kabardığı şimdilerde bir de bakmışsınız değil bel kemiği, kıkırdak bile olmayacaklar, yarım düzineden bir düzineye varan çoklukta aylığa bağlanmış halde imiş; ortaya dökülenlere göre.  Aylıkları en okkalısından hem de. Sırası gelmişken yolluk gelirlerini de anmadan olmaz. Mademki konu ha bire cebe girenler! Tüm caddeler, sokaklar, evler kendilerinden dağlar yüksekliğinde nitelikli işsizler ile dopdolu iken ağızlarını açıp tek söz edemeyecekleri konularda bile nedense hiç şaşmadan her defasında bir pazarlanıp, bir pazarlanıp zırt pırt yurtdışına çıkış yapanlar yok mu? Var! Çok acı ki varlar! Öyleleri çok azını harcadıkları Avro, dolar kurundan yolluklarının büyük kısmı ceplerinde dönmekteler yurda, herkesçe malum olduğu gibi! Bunun da hatırlı başka bir ek yan gelir olduğu gözden kaçmamalı!

 

Nüfusumuzun yalnızca yüzde yirmisinin milli gelirin yüzde ellisini alır hale geldiği şimdilerde, bilenle bilmeyen farkının gözetilmediği, aslanın kediye boğdurtulduğu yaklaşıma bakınca kaçanların neden kaçtığı apaçık ortada. Hakkı olanı asla alamayacağına, bu ortamda insanca yaşayamayacağına inanmak, kaçış yolu arayışına götürüyor kuşkusuz. Geriye nüfusumuza tepeden inme eklemeler olanlar ile hayatı toz topraktan ansızın tozpembeye evrilivermişler kalıyor tabii. Piramidin tepesi yüzde yirmi iken tabanı yüzde sekseni buldu gibi. Ortasını oluşturan orta direk ya eridiğinden ya gittiğinden orası boş. Gerçekler acıdır. Acı gerçekleri bilip, görüp de susana ne denir?  Öyle anılanlardan olmamak için tek yol var, kalemler!   

 

Hepimizin bildiği bir lafımız var; “biri yer, biri bakar; kıyamet bundan kopar”. Demek ki kıyamet, karınları zil çala çala açların tokları seyretmelerinden kopacak. Yani tokun, açın halinden anlamamasından.  Oysa çöller, denizler, dağlar ile kaplı Dünya üzerinde hiç aç kalınmayacak biteklikteki tek toprak varsa o da bizim topraklarımız. En cömert toprak Anadolu olmuş hep, maddisinden ötelere anlamlarda. Öyle ki bir çiçeklendi mi ne yer kalır çiçeksiz ne de dallar. Hoş, çiçek açmada çok geciktiğimiz olmuş; matbaa kurmaktan pazenimizi basmamızı, kâğıdımızı, zeytinyağımızı, kunduramızı, uçaklarımızı, traktörlerimizi, kendi aşılarımızı,  Devrim’den Anadol’a arabalarımızı, porselenimizi, şekerimizi üretmeye baharda geç çiçeklenen ağaçlar gibi pek bir geç kalmıştık. Sonra çiçeğe durmuş dallar bir meyve verir oldu ki mucize yaşandı adeta. O noktadan şimdiki noktaya gelmek? Buna ilerlemek mi denir, yoksa daha farklı bir şey mi? Varılacak hedef bu muydu yani?

 

Alma verme dengesine bakılırsa verdiğin kadar da alacaksın. Oysa biz hepten verici kesildik, aç kalmaya kadar da vardı bu iş. Araba için üç vergi ödemeye hatta. Elde olmayınca verecek ne kalır? Sabır bile kalmaz! O halde şimdilerde pek gelişmiş sabır da sabır yeteneğimizi, sabretmeyi henüz denememişlere eşit olarak üleştirelim de alma verme dengesi de şaşmasın artık daha! Bu dengeyi olsun bozmayalım bari böylece. Bozan, bozguncudur zira!

  Bu yazı 310 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI