Birkaç gün önce bir zeytin fidesi aldım. Ne Çeşme ne Alaçatı ne de Ilıca pazarından değil. Ankara’daki bir marketten. Girişte, sağ köşesi tümden kaktüs, iri yaprakları gösterişli salon bitkileri, müstakil evlerin bahçeleri için kış çiçekleri, portakal, limon, kamkat fideleri ile dopdolu köşede yerini yabancılamış gibi duruyordu. Pek de küçük. Çeşme’deki duvar dibinden henüz baş vermiş deliceler gibi.
Şimdiye dek epeyce zeytin fidesi diktim. Tutanı, fırtınada kökten sökülüp kuruyanları oldu. Kimisi boyuma yakındı aldığımda. Büyük yağ, peynir tenekelerinde idiler. Çeşmelilerdi de haliyle. Ora zeytin ağaçlarının çeliğindendi hepsi de. Bir sabah sulama sırasında gözüme iliştiğinde gerçek anlamda sürpriz nedir öğreten bir de delice var ki dikilmeden bitenlerden. Yıllar oldu, hala meyve vermedi.
Pazardan değil, marketten alınma bu zeytin fidesi Çeşme’den değil gibi sanki. Olsa idi az çok bilirdim yaprağının bozundan. Pek muhtemel ki Marmaralı. Gemlik’ten belki. Trilye mi acaba? Hurma tür zeytin olamaz zaten. O tek Çeşme’ye özgü. Onun çeliğini tutturmak bile çok çaba. Nasıl nazlı bir cins! Hurma zeytini fidesini pazardaki çiçekçilerden rica minnet ısmarlama getirtmiştim. Şimdi, depremlere, sulanmadığı yahut yağmurun bahçeleri çamura buladığı günlere kendi başına katlanıyor. Sahibesi ile arasında yedi yüz kilometre var ne de olsa. Yanmış, sökülmüş zeytin ağaçları köklerinin, toprağın derinlerinde sessizce sürmesinin ardından bir bakmışsınız en çok da taş duvarlar dibinden görünüverdiği delicelerden olmasa da karşısında büyüyen deliceden öğrenecekleri var arka bahçenin hurma zeytininin. Her telefonda yakın bir arkadaşın nasıl olduğunu sorar gibi sorarım onu, deliceyi, trilye cinsi zeytini. Hünnaplar, narlar, badem ile birlikte. Eski gurbetçi mektuplarındaki hal hatır sormalara yakın bir soruş, belki daha ötesi bir üsteleme ile.
Ankara’da da zeytin yetiştirenler var aslında. Nasıl üstüne düşerek titiz bir bakımla, pamuklar içinde büyütülüyorlar. Olsa olsa erken doğmuş bebekler, prematüreler için gösterilebilecek bir özen ile. Londra’nın Victoria dönemi evlerinden de zarif, başkent Ankara’ya bahçeli evlerden oluşan Bahçelievler adlı bir semt tasarlayan Jansen’in çizdiği hala ayaktaki eski evlerin kimisinin bahçesinde zeytin ağaçları da vardır, nar da. Yalnız Emek - Bahçelievler’de mi var zeytin ağacı Ankara’da? Şimdi mutfak balkonuna çıksam, başımı uzatıp aşağı baksam Çeşme rüzgârından kalır yanı olmayan bura rüzgârında oynaşan bir yanı boz gri, bir yanı boz yeşil zeytin yapraklarını görürüm ilk.
Yazları Karaburun’da olan bir komşunun taa oralardan getirdiği, beş belki altı yaşına kadar soğuklar başlamadan kalın naylonlara sarılıp, kışlıklar giydirilen, artık Ankara ayazına da kafa tutan zeytin boylandı, dallandı. O boz yaprakları buradan İzmir’e giderken Afyon’u geçip, Uşak’ı aşıp, Manisa’ya “merhaba” demeye az kalmışken görmeme gerek kalmıyor böylece. Kilometreleri kat etmeden, bahçeye bir göz atış zahmetindedir bu sayede zeytin ağacı görmek. Urfa’da da, Urla’da da kendiliğinden bile yetişirken burada bir zeytin ağacı görmek, o ağaca, ağaç olana kadar harcanan çok büyük emeği de görmek demektir.
İçimizin kaldıramadığı bazı haberlerde kanal gezisine çıktığımızda ev alıp, yapıp, satanların anlatıldığı öyle çok programa rastlıyorum ki. Kimisinde ev bitmiş de sahipleri geziyor oluyor. Yanlış anımsamıyorsam hep kurak bilegeldiğimiz, deniz kenarı olmayan, Amerika’nın ortasında bir yerde yenilenip onarılmış evlerin banyolarına kadar zeytin fidelerinin serpiştirildiğini görünce bizim yanan zeytinliklerimiz, harnıplı, yaban mersinli, andızlı dağlarımız geliyor akla ilkten. Akdeniz bitkisi zeytinin, anayurdu buralarda nasıl da öksüz kaldığının kederi duyumsanıyor. Belli ki ana toprakları buralardan götürdükleri zeytin fidelerini dikmekteler her bir yanlarına. Akla sedir ağacı geliyor bu kez. Gemi yapmak için kesile kesile asıl anavatanında, Lübnan’da nerede ise bittiğinden anavatanı olarak artık Toros Dağlarımız gösterilen sedir ağaçları!
Zeytin ki üç bin yıllık olanları hala küpe küpe meyveli. Yaprağı, yağı, yemişi her şeyi başka şifa, lezzet, kullanımda. Binlerce yaştaki zeytin ağaçları, neler olup bittiğinden hiç haberimiz olmayan devirlerde dikilip, ne fırtınalar, seller, depremler, yıldırımlar sonucu yangınlar görüp gelmişler bugüne. Bugüne gelmesinde elbette eskilerin insanlarının onları kesmemesi, sökmemesi, yakmaması asıl etken. Biz ki zeytin denilince anavatan biliniriz, zeytinlik kalmayacak nerede ise, az kalsın. Sedir ağaçlarının öyküsünü unutmasak yeridir.
Fideyi aldığım marketten aslında her sene saksıda kış kekiği, biberiye alırım, Kasım sonu gibi. Yine markete girer girmez minyatür bir cangılı andıran bitki bölümünde aldım soluğu. Ancak bu sene hiçbir ot satılmıyor. Çoktan satışa çıkmalı ve hatta bitmeliydiler oysa. Sanki zeytin gördüm sandımsa da Ankara’da zeytin satılmayacağından oralı olmadım. Yanaşıp bakınca bir karışı bile bulmayan boyu ile gerçekten bir zeytin fidesi karşıma çıkmasın mı? Yanındaki üç beş diğer zeytin fidesi ile. Bir dalı kesip, bölüp fideler elde etmişler anlaşılan. Kimseler de oralı değil çünkü defne ve zeytin Ankara için çok zor bitkilerdir. Defneler kışı sevmez, bit içinde kalırlar üstelik. Bitler yüzünden çoğu dal kurur. Son defnem de bit içinde şimdi.
Ankara’da, bir marketin köşesinde, gurbete çıkmışçasına duran ufacık zeytin fidelerine kol kanat germeli. Üç karış bile boylanmamış olsalar da üç bin yıllık yolculukların fidelerini bu yoldan alıkoymamalı, hazır etmeli. Yani en azından bir fide almalı görmüşken.
Ve aldım. İki dalından birinden sallanan küpeciği ile. Küçücük bir tüp şişedeki hediye zeytinyağı, küpesi. Güneşin eksik olmadığı bir köşede rahat edecektir. Güneş sorun olmayacak nasıl olsa.
Elimde zeytin fidesi ile eve girerken bayağı bir yadırgadım bu hali. Çeşme’de alınan fideler ile eve girmezsiniz. Bir köşeye dikileceklerdir çünkü. Önce yuvasını hazırlar sonra açtığınız çukura bir ateş küreği kığ ekler, yuvayı su ile doldurursunuz. Yuva suyu her çekişinde yeniden doldurur, şerbetlersiniz. Güneşin batmasına yakın da fideyi dikersiniz. Ama burada işler böyle değil söz konusu zeytin ise. İklim başka çünkü, sert. Toprak başka, nem farklı. Zeytin ki dağların, duvar diplerinin, zeytinliklerin, en fazla bahçelerin yaşı bin yılları bulan ağacı, şimdi ana toprağından, ana gövdesinden çok uzakta. Üstelik evde bir de.
Evcil hayvan satan dükkânlardan yavru köpek alanların ilkten ne yapacaklarını bilemedikleri için yaşadıkları şaşkınlığa, telaşa tanıklık etmişliğimiz var hepimizin mutlak. Apayrı bir iklimdeki bir nazlı fide, evcil hayvana nasıl bakılacağından çok daha çetin bir sorunmuş meğer. Öyle ya, hayvanlar bir şekilde bir şeyler anlatır, ses çıkarır. Bir köşe seçmek ne zormuş Ankara’da yetişecek zeytin fidesi için. Şu köşede yanlışlıkla üzerine basılırsa ya! Mutfak masası üzerinde durduğunda hadi kazara çarpılsa da düşse! Yerde mi dursa; biraz yüksekçe mi olsa? Zeytin, bir ağaç türü, vazo çiçeği değil ki!
Gözüm, şimdi, gövde üzerinde yandan iki dal vermiş körpecik fidanın uç yapraklarında o yüzden. Yeni yapraklar veriyor mu içten içten diye. Baktım da… Vermiş. Yakında Ankara’da zeytinlikler kurmak neden hayal olsun ki!