İki zirve çanaklı sönmüş volkanlar, tarih boyunca kaç kez kan renginde akmış ırmaklar, dağ laleleri, salamura yapılmış bilmedik otlar, başka aşlar çıkılan bir yolculuğun sonundadır hep. Gidilen yer, girişindeki koyu mavi tabelalara beyazla yazılmış bir yer adı ve nüfustan oluşmaz tek.
Yolculuk süreci az çok otobüs, tren, uçak gibi metal kapanlara sıkışıp kalmaktır. İster ulaşım araçlarının en güzeli olan trende, ister en sıkıcısı uçakta, ister en sıkış tıkışı otobüste yolculuk edilsin, hava elverirse camların ötesinde görülecek ne seyirler vardır! Yol, karadan alınırken de yoldur havadan kat edilirken de; ama dağlar eteklerinden trenle geçilirken farklı görüntüdedir, uçaklardan doruklarına bakılırken farklı görüntüde. Araba ile köprü geçerken sular başka akar, yukarıdan bakınca ırmakların kıvrıla kıvrıla vadilerde çizdiği yataklarının seyri apayrı manzaralar sunar. Yolunuz suya çıksa da deniz başka; damlacıklar saça saça dökülen şelaleler hele de takım şelaleler bambaşka su görüntüsündedir. İkisi de kuzeyde olan dağlardan biri hep yağmurlu, sisli, incecik derelerin her yanını sarmaşıklar gibi doladığı yemyeşil silsileler iken eteklerine kadar buz tutmuş, zirvesi bulutları delip geçmiş bembeyaz kardan giysili dağlar başkadır.
Doğadan mimariye, kadim kentlerden ören yerlerine yolların üzerine keyif tanımam. Yol keyfi tek geçerken görülen manzaralar değildir. Yol boyunca bir de insan manzaraları vardır ki! Tonlarca ağırlıktaki koskocaman metal araçların pencere kenarı koltukları komediler, belgeseller, filmler izleten koltuklara dönüşebilir, bir yol biletine. O yüzden olmalı yoldan gelenlere “hoş geldin” dedikten sonra söylenen ilk sözün “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” olması.
Epeyce önce, güney Fransa dönüşü idi. Gümrükteki işlemler bitmiş, bagajları almıştık. Havalimanından kalkıp, yolcuları kentteki birkaç noktaya bırakacak otobüse binmiş, hareket için kalkış saatini beklemeye koyulmuştuk. Pencere kenarındaki koltuğumda oturmuş, öylesine camdan dışarı bakıyordum. Camın altındaki kapağı açık bagaja, iki küçük oğlan çocuklu gurbetçi bir aile bavullarını yükletmekte idi. Çocukların saçları pek özenli taranmış. Jöleli saçlar, oğlanların alınlarından yukarıya dik dik kalkık duracak halde şekillendirilmiş. Büyük olan en fazla üç, üç buçuk yaşlarında olmalı. Küçük oğlan da bir buçuk yaşlarında gösteriyor. İkisi de sarışın, yeşil gözlü. Ufak tefekler, anneleri gibi. Anne besbelli ki yabancı. Bakınca anlaşılıyor. Oğlanların ikisi de beyaz gömlekli, papyonlu, yelekli siyah takım elbiseler giymiş küçük adamlar gibi koşturuyor oradan oraya.
Çocukların anne babaları da daha çocuk denecek kadar genç. Yirmilerin başlarında var yok gibiler. Babaanne olduğu anlaşılan kadıncağız da, dedeleri de hayli genç. Babaanne oğlanların etrafında fır dönüyor, yola kaçmasınlar, kaybolmasınlar diye.
Havalimanından kent merkezine gidecek yolcuları kentteki duraklara götürecek otobüsün hareket etmesinin ardından çok değil, on dakika geçmemişti ki annesinin kucağındaki küçük oğlan, babaannenin elinden kurtulup koridorda dolaşmaya başlamış abisine katılmak için mızmızlanmaya başladı. Yabancı anne, küçük oğlanın hareket halindeki otobüste düşeceğinden korktuğundan çocuğu kucağından indirmedi. Oğlan da huysuzlandıkça huysuzlanıp, daha bir mızmızlanmaya başladı. Ara sıra da kandırıktan ağlıyordu hatta.
Arkalardan bir ses duydum. “Samet. Sleep lan, sleep -Samet. Uyu lan, uyu-.” İngiltere’den geldikleri babaannenin öğrenebildiği kadar öğrendiği İngilizce ile torunu Samet’e seslenişinden belliydi. Samet ilkten babaannesinin sözünü dinler gibi oldu. Kısa bir süre sussa da sessizliği uzun süremedi. Yeniden mızırdanmaya başladı. Koridorda dolanıp, kimi yolcuların başını okşadığı abisine katılmak için çırpınırken babaanne de Samet’i meşgul etmek için elinden geleni yapıyordu. Bir ara Samet’e yeniden seslendi. Belli ki torununa öpücükler gönderiyor olmalıydı “Samet. Kiss lan, kiss -Samet. Öpücük lan, öpücük-" derken.
Doğu Karadeniz’deyiz. Rize’ye, yaylalara doğru her türlü şakamsı yaşanacaklara hazır olun uyarıları ile biniyoruz bizi yaylalara taşıyacak minibüslere. Bizim minibüsümüzün önünde koskocaman “ANTİBİYOTİK” yazıyor. Minibüse her binen, pek genç sürücüye “neden ANTİBİYOTİK yazılı önde?” diye soruyor. Meğer yaylalarda her şey bulunamadığından oraların, köylerin her ihtiyacını kente gidip gelen bu sürücü karşılarmış. Ora insanlarının her derdine deva olduğundan da bu genç sürücüye “ANTİBİYOTİK” denilir olmuş.
Gittiğimiz yaylada horon ile karşılanıyoruz. Horon tepenlerden hayli uzun boylu biri, kendinden daha ufak yapıdaki gençler arasında oynuyor. O dağ havasında, o oksijende yılların insanlara pek dokunmadığını düşünüyor turcular. Horon bitince, diğerlerinden daha ileri yaştaki horoncu öğle yemeklerimizi yemeğe koyulduğumuz masalarımıza elinde bir kitap destesi ile geliyor. Meğer az önce oynarken seyrettiğimiz kişi bir şair imiş. Böyle bir şaka beklemiyorduk. Herkes bundan çok hoşnut halde birer kitap alıyor ve aldığımız kitabı Karadenizli şaire imzalatıyoruz.
Çoktan Ankara’ya dönmüş, o gezinin üzerinden birkaç yıl geçmişti ki bir akşam haberlerde bizim çıktığımız yaylada, bizim izlediğimiz horon tepenlerin görüntüsü beliriverdi. Şairimizi hemen tanıyoruz onca horoncu arasından. Haber onunla ilgili imiş. Horon teperken kalp krizi geçirip göçmüş meğer. Bu şaka değildi. Üzücü bir haberdi.
Cam kenarı koltuktan bakmasam da yurtdışında bir camekânın gerisindekilere baktığım birkaç defasında çoklukla yaşlıca kadınların bana adres soruşuna denk geldim. Bunlardan iki ya da üçü Brüksel’de oldu. Brüksel’de en çok Volan ve Flamanlar yaşıyor. Birbirleri ile fazla iletişim kurmazlarmış.
Brüksel öğleden sonrasında yağmur sepelemeye başlamıştı. Küçücük dükkânların küçücük camekânlarına bakınıyordum, bir şemsiyeci görebilmek için. Yağmurluğumun kapüşonu vardı da, damlalar gözlüğümün camına vurdukça görüşüm bozuluyordu. Bir kenarda beklemekte olan yaşlı kadın sığındığım saçak altına yönelip, gülümseyerek bana yaklaştı. Elindeki kâğıdı uzattı. Baktım, adres olmalı. Ancak oralı değiliz. Dahası turistiz. Bu yüzden adres sorulacak en son kişi olmalıyım. Ama nedense yine adres sorulmakta bana burada.
Yaşlı hanımın Fransızca konuşmuyor olmasına bakılırsa ya Volan ya Flaman idi. İngilizce konuşabileceğimizi söyledim. Konuştuğu dilde devam etti. Belli ki anlamadı. Türkçe konuştum bu kez. Brüksel’de belki Türklerden komşusu vardır da çat pat Türkçe öğrenmiştir diye umarak. Yine anlamadı. “Yol tarifi yapamayacağımı, bir dükkân sahibinin kendisine yardımcı olabileceğini” İngilizce söyledim. Baktım yüzü buruştu, elini hızla omzuna kadar kaldırıp yere indirerek “Volan” mı dedi bana, “Flaman” mı tam anımsamıyorum. Ancak besbelli ki yaşlı kadıncağız Volan ise bana “Flamanlar işte”, Flaman ise “Volanlar işte” gibi bir şey söyleyip, arkasını dönüp gitti. Ben ikisinden de değildim oysa. İyi niyetin, vücut dili gibi bir dili yokmuş, orada anladım.
Epeyce sene önce, daha yirmilerimde, bu kez sürücü koltuğundayım. Annem, babam ve teyzem ile benim ille köy demeyi yeğlediğim babamın Kapadokya’daki kasabasına gittik. Babaannemin taş evi, peribacaları manzaralıdır. Kesme taştan, kemerli mimarili, tandırlı tarihi evin koskoca, kemerli, gepgeniş tahta kapısından arabamız hayata yani bahçeye geçer de, yola sığmaz. Zira sağda solda sokağın arabaları, traktörleri rastgele park etmiş halde. O yüzden meydana yöneldik. Durup, uygun bir park yeri bakınacaktık.
Kasabanın yani köyün meydanında sekiz, dokuz yaşlarında birkaç oğlan koşturuyor. Tanımadıkları, yabancı arabayı görünce meraktan olacak hemencecik bize doğru yönelip, sürücü tarafına seğirttiler. Beni görünce şöyle bir durdular. Baktılar, bir daha baktılar. Sonra olanca hızları ile köy kahvesine doğru koştururken bağırtıları pek şirindi. Hakkımda duyduğum en güzel şeylerden birini söylüyorlardı; “kızmış yavvv”; “emmi oturuyor, kızı sürüyor arabayı”.
Bir köyün, kasabanın gördüğü ilk bayan sürücü olmak mutluluğunu benden başka tadan kaç kişi daha var, o günden beri pek merak ederim.